31 Aralık 2010 Cuma

2011


Sevgili bi de benden duyanlar, fellowlarım.. Yeni yılınızı en içten dileklerimle kutlar.... veya bu olmasın mı ya?!.. Daha mı farklı bi şey olsun.. (: .. pekala...

Sevgili Bi' de Benden Duyanla, fellowlarım.. YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN, 2011'DE TÜM FANTEZİLERİNİZ GERÇEK OLSUN... iyi bi şey dedim, inanın 'lol!

öperim.... ve hayır, alkollü olduğumu da nerden çıkardınız :D

25 Aralık 2010 Cumartesi

Kıristmıs, Ciiizıs ve Ben


Başlığı "Christmas, Jesus and Me" olarak yazmıştım ilk başta ama bana fazla Beyoncé-vari geldi, ben de bu hale çevirdim.. Oldu gibi oldu.. Bu arada, sLm naper panpa?! *fellower kısmını "panpalarım" yapsam mı diye düşünmekteyim ama ı ıh, inci ekolü şimdilik için yeterlidir.. 'lol

Bugün 25 Aralık.. Annem mükemmel bi zamanlama yapıp beni bu tarihte doğurmuş.. Doğurmuş ki kızı ilerde "heaheah.. ollom resssmen İsa ile aynı günde doğmuşum resssmen" diye görgüsüz'e öykünsün.. Şaka bi yana cidden bu durum bana bi kaç kere bu cümleyi kurdurttu, yalan değil 'lol.. Esasen Hz.İsa'nın 25 Aralık'ta doğduğu bile kesin değilken, benim çocuk aklımla öğrendiğim bu bilgiyi koşulsuz şartsız doğru ve KESİN kabul etmem çok uzun sürmemişti tabii.. Ama beni en çok etkileyen büyük ihtimalle Hz.İsa'nın kendisi değil, doğduğu günün tüm hristiyan aleminde coşkuyla kutlanması oldu.. Ah Hollywood filmleri ah hollywood klişeleri!

Artık içgüdü mü dersiniz buna, algıda seçicilik mi, yoksa bilinçaltında gibi gözüken ama aslında bilincin ta kendisi olan bi tercih mi dersiniz bilmiyorum ama çocukluğumdan beri yılbaşı ile ilgili her şey beni sarhoş etmiştir.. Bakın "annemin abimi doğurduğu yaştayım" hala AVM'lerin yaptığı yeni yıl süslemelerine manga ve anime'lerdeki çokaşırısevinmiş gözlerle kocaman sırıtarak bakıyorum ve hayır yaşımı söylemeyeceğim tabii ki 'lol

Nerde kalmıştık.. heh evet, işte süt dişlerim daha ağzımda sapasağlamken ben çıldırıyordum yeni yıl-noel konsepti için.. Büyük ihtimalle bu zamana kadar çekilmiş tüm Christmas temalı filmleri izlemiş, repertuarıma 3-4 CD'lik noel şarkısı katmış, bu dönemle ilgili bütün klişeleri ezberleyip hazmetmişimdir.. "E peki sevgili Syntinen, nedir bu coşku?! İyidir güzeldir yeni yıl dönemi ama sen biraz abartmış mısın ki bu arada doğum günün kutlu olsun, iyi ki doğdun!" diyen sen sevgili fellower, sağol bebeğim.. Abartmış gibi gözükebilirim ama senede bi kere olan ve bana göre Dünyada çok az insanın kayıtsız kalabildiği bi güzellik yeni yıl kutlamaları.. Christmas, Jesus bahane Noel baba ve geyikleri, kırmızı-yeşil-beyaz combosu, 7981 çeşit süsle bezenmiş yılbaşı ağaçları vs.'si vb.'i şahane..

Esasen bu yazının "doğum günü" yazısı olmasını istemiştim ama insan kendi doğum günüyle ilgili yazacak pek bi şey bulamıyor.. Veya aslında "çok" şey buluyor ama bunlar bazen tematik olabiliyor.. Nitekim de benim yazım böyle olmuş oldu..

Christmas kutlayan fellow'lara selam eder, yeni yıl yazıma kadar görüşmek üzere der, avaz avaz Jingle Bells söyler, giderim..

20 Kasım 2010 Cumartesi

Garip Alışkanlıklar Mim'i



Merhaba bi de benden duymak isteyen sevgili blogger'lar ve kendini blogger hisse... yo hayır bu klişe cümleyi tamamlamayacağım, size böyle bi kötülük yapamam 'lol

Sevgili Finduilas tarafından mimlenmiş bulunuyorum ki mim yazmayı çok severim.. "Bilmeyen varsa da öğrenmiş oldu." dememin bir manası yok, çünkü bunu ilk defa söylüyorum :ben-bilirimci-smiley: Başlığın uzatmadan özet geçtiği gibi garip alışkanlıklarımızı maddeleyecekmişiz efendim.. "Esasen çok garibimdir ama çok da değilimdir gibi falan." benzeri paradokssalımsı bir cümleyle yazmaya başlıyorum..


# 7 sayısına karşı olan sempatim etrafımdaki herkes tarafından aşina olunan bir durum.. Buraya da ilgili duygu ve düşüncelerimi yazmıştım daha önce.. Fakat bu maddede yazacağım garipliğim altı sayısına olan "düşmanlığım" olacak.. 7'nin uğuruna nasıl körükörüne bağlıysam altı sayısının uğursuzluğuna da o derece inanırım.. Hani derler ya "evlat olsa sevilmez!" diye -ki hangi fantastik bünye söylemiş bunu acaba?!, heh işte ben altı sayısını o derece sevmiyorum.. Toplamda altı tane olan her şeyden itinayla kaçıyorum, ya bir arttırıp 7'ye tamamlıyorum ya da bir eksiltiyorum.. Mesela asla altı tane zeytin yediğimi göremezsiniz benim.. Yani altı sayısıyla ilgili bu ve benzer durumları garip bir şekilde alışkanlık haline getirdim..

# Herkesin ÇOK sevdiği, ÇOK ölüp bittiği şeylere karşı dizginlenemez bir şekilde önyargı doluyorum.. Normalde bodoslama bi önyargı ile olaylara veya kişilere yaklaşmak adetim değildir ama karşımdaki brutal bi modda nefessiz bi şekilde yüceltiyorsa bir şeyi kafamda hemen negatif yüklü iyonlar kol gezmeye başlıyor.. Tabii daha sonra kendi gözlemlediğim kadarı ile bu önyargım kırılabiliyorum ama bu ÇOK sevilenden anlık tiksinme alışkanlığım süregelecek gibi gözüküyor.. Zira alışamadım o Nutella'ya ben de sevgili fellow'er.. 'lol -cheers to Finduilas"*

# Araba-otobüs-gemi vb. taşıtlar ile seyehat ederken illa ki müzik dinlemek isterim.. Zaten normalde müzik dinlemeyi çok seven bir insanım ancak bu hareketli olduğu kadar da rutin olan seyehat eyleminde illa ki kulağımda olacak o kulaklıklar.. Bunun en önemli sebebi ise sanırım akıp giden yola bakarken (bir İclal Aydın estetiği ile yazılmıştır, evet) dinlediğim şarkıya kafamda klip çekmemdir.. Kimisine göre fazla olağandışı gelebilecek olan bu aktiviteyi yapmadığım zamanlarda ise geçmişimi kısa filmler haline getirip, dinlediğim şarkıyı arka fona iliştiriyorum.. Denemenizi tavsiye ederim 'lol

# Yemek yerken eğer önümde birden fazla seçeneğim varsa tadı güzel olanı etkisi en sona kalsın ve sürekli olsun diye sona saklarım.. Sanırım bu çoğumuzda olan bi alışkanlık ancak garip sayılabilecek tarafı şudur ki ben bunu yaparken aklım hep o tadı çokacayip güzel olan yiyecekte olur; dahaazçokacayip güzel olanı yerken ne yediğimi anlamadığım zamanlar oluyor o yüzden.. Mesela gayet güzel bir şekilde içine sevgi katılarak hazırlanmış bir "anne köftesi" varsa tabağımda, onun yanında garnitür olan şeyleri bir an önce bitirmek isterim ki köfteden yiyebileyim.. Kendime uyguladığım bu manasız eziyet(!) garip bi alışkanlık olarak sayılabilir bence..

# Bir önceki paragrafı referans alarak bir diğer garip alışkanlığımı yazayım.. Rakı masası dışında yemek yerken içki içemiyorum efendim.. Hani "Bir patates kızartması-bira keyfi de mi yapmıyorsun, afedersin ama çılgın mısın Syntinen?!" diye soranınız olursa cevab_veriyorum, patates kızartmasını cips gibi gördüğüm için o sayılmaz argadaşım! 'lol Şaka bir yana ciddi ciddi yemek eşliğinde içki içememe-içtiğime odaklanamama sorunum var ki odaklanamama dedim bi garip oldu... Rakı'yı tenzih ederek şunu diyebilirim, yemeğe en iyi eşlik eden içki şaraptır bana göre ve ben şarap sevmediğim için henüz bu garip alışkanlığımı atamadım üzerimden.. İçmeyi sevdiğim içkilerin çoğu da zaten yanına yemek yaklaşınca "küsen" içkiler, e viski-lahmacun enteresanlığına da giremeyeceğime göre bu alışkanlığım bi derece anlaşılabilir diye düşünüyorum..

# Mesajlaşmayı hiç semem.. *BAM!! Ünlü olmayan ama ileride Oscar alacak olan blogger Syntinen'den ŞOK açıklamalar.. Evet.. Azz Sonnra!* Jenerikte Oscar alacak dedi, ona kazanacak diyelim, daha şık olsun 'lol.. Neyse, kendimi ciddiyete davet ediyorum ve özellikle günümüz gençliğinin ciddi manada garip olarak yaftalayacağı alışkanlığımı bir kere daha yineliyorum; mesajlaşmayı hiç sevmem.. Yani tamam gerekli olduğu, hatta zevkli olduğu bile oluyor.. Ama benim "mesajlaşmak" diye nitelendirdiğim şey 3-4 dakikada bir, en az 18 saat boyunca SMS alışverişinde bulunmak olduğu için bu eylemden olabildiğine hoşlanmıyorum.. Ve lütfen bu duyduğun şey yüzünden hayatı sorgulama sevgili telefonuna-bakmadan-saniyede-7-ayrı-harf-tuşlayabilen-ultimate-sms-şampiyonu fellow, parmaklarına yazık bebikim..

# Futbol maçlarını izlerken olayları 7981D gibi çok boyutlu yaşamak gibi bi alışkanlığım var.. (yazar burada son günlerin popüler akımı 3D'ye umarsızca bi göndermede bulunmuştur) Kah vermediği faul için futbolcularla denk bir öfke ile itiraz ederim, kah oturduğum koltuktan adam çalımlayıp top çalarım, kah Yılmaz Vural olup oyuncularıma çılgınsal hareketlerle taktik vermeye çabalarım, kah tribüne çıkıp deli gibi tezahürat yaparım.. Biliyorum its dı fıdbıl, dets dı fıdbıl , bu taraftarın doğasında olan şeyler ama bu kadarını garip karşılayanlar da oluyor, inanın..

The end! babies.. Acaba 7 madde değil de 97 madde mi yazasaydım diyorum ama ne o kadar garipliği normal bünyeler kaldırabilir, ne de ben bu kadar garip bi şekilde doksanyedi madde sıralayabilirim.. 'lol Bu güzide mim ise "Bende de garip alışkanlar var ollom, hem de sürüyle." diyen, kısacası bu mim'i okuyan herkese gitsin.. Neymiş garip alışkanlıkları, bir de onlar maddeleyiversin..


p.s. Diyorum ki uygun bi zamanımda şu "The Garipliklerim with 97 Madde" isimli yazıyı yazsam, tek cümleler halinde falan.. *düşünür* Yazarım yazmasına da..korkup kaçmak yok ama?! :D

21 Ekim 2010 Perşembe

Gloomy Mode on


Şu an şu saatte aslında yapmam gereken bir ödev var.. Daha doğrusu çoktan yapmış olmam gereken.. Normalde bu tip şeyleri zamanını geçirmeden yapıp teslim ederim ancak üniversitede ödev veren ve bunu assignment adı ile süsleyen zihniyeti bi parça olsun kınamadan alt paragrafa geçmek istemiyorum.. Yine de tabii ki "eeeh yetti artık!" ünlem cümlesi ile soluğu blog'da almamın sebebi sadece bu assignment'ı yapmaya üşenmem değil zira çok dertliyim be fellow'er..

Sözlük ekolüne ait bu "çok dertliyim.." ifadesi belki şu anki ruh halim için fazla dramatik olur.. Veya yetersiz kalır, tam olarak emin değilim.. Ama bir çok mevcut web sayfasında ve çeşitli sevimlisel forumlarda bulunan "ruh hali" kısmında şu an "mutsuz"u seçeceğimden emin olacak şekilde depresifim.. Sebebi nedir diye merak edenler okumaya devam edebilir ama yazıyı okumayı burada bitiren ve "Eööh bi olayı yokmuş ya, depresyon vs.leri bro." cümlesi ile kendini ifade edenlerinizi de anlayışla karşılarım.. *sit-com kahkahası* Ama tam olarak sebebi nedir, onu yazacağım da tam olarak kesin değil..

Kabul ediyorum bu aralar fazla dramatik, duygusal, hassas bir moddayım.. Ve genelde bu tarz "gloomy" kişilere karşı da olumsuz önyargılarım vardır.. (gmail adresinin gloomy ile başladığına bakmayın.. gençtik, cahildik, anlamını "karamsar" değil "karanlık" zannediyorduk ve isme ilham kaynağı olan aynı adlı ayıcığın çok hayranıydık..yani yalnızca ben hayranıydım..neyse) Ancak şu sıralar -en azından şu dakikalarda hayatımın arka fonunda sürekli Creep çalıyor sanki.. Hani şu an anlatmak istediğim ama anlatamadığım sıkıntım öyle rahatsız ediyor ki beni neredeyse itiraf.com'da çokanlatasımvaramagizlice kullanıcı adıyla bir hesap açıcam ve 7981 kelimeyle derdimi anlatıcam.. Ama bunu yapma olasılığım gerçekten çok düşük ki üye olsam dahi bu nick'i artık alamam ancak beğenen varsa bu "hüzünlü gecenin" hatırası olarak kendisine hediye etmek isterim.. Ortak hesabımız olur hatta falan.. (kabul ediyorum bu son cümle biraz fazla fictional oldu..) Yine de buraya yazmak da iyi geldi, hakkınızı yememek lazım 'lol..

Yazıyı burada noktalıyorum çünkü sayfalarca yazsam da konuya girmeyeceğimi anlamış bulunmaktayım.. E böylesi anlatını da dinleyeni de (veya bizim durumumuzda okuyanı) çok bunalttığı için "ya çok üzüldüğüm bi şey var, paylaşmak istiyorum ama istemiyorum da.. bilemiyorum söylesem mi..ama bak aramızda kalıcak..yok ya söylemicem tamam" temalı yazıma burada noktayı koyuyorum.. Sizin de bana hak verebileceği gibi kısa vadeli çözümler arasında sarhoş olup uyumak, Gönül Dostu Füsun'un sesini ve çaldığı şarkıları dinlemek ve yarım kalan ödevimi yazıp bitirmek var.. Bu üçü de bende geçici süre ile bilinç kaybına sebep olacağından sıkıntımı unutmuş olacağım.. (bkz: mini çakal) Uzun vadeli çözümler ise genelde moral verici ve teşvik edici cümlelerin arasına sıkıştırılmış emir kipleri oluyor, örnekleri çok bilindik ve klişe olduğu için yazmıyorum ama "Git konuş onunla." cümlesini yazalım ile uzun vadeli çözümleri de boynu bükük bırakmış olmayalım..

Gloomy mode off ....... ama şimdilik.. kendimi kandırmamın bi alemi yok değil mi?! :alaycı-ve-hüzünlü-gülümseme:

17 Ekim 2010 Pazar

Time Goes by NOT so Slowly


Blog'a yazmaya başlayınca bu işin bi rutine bağlaması gerekiyor bence.. Sonra böyle uzun aralarda ne söyleyeceğini bilemiyor insan.. Hele benim gibi bundan bir önceki yazınız neredeyse 2 ay önce yazılmışsa ve orada da "Hehöehöe ara verdim ama sor bakalım nedern ara verdim?!" temalı bir giriş mevcutsa.. O yüzden neden bu kadar uzun süre yazmadığımın sırlarla dolu olmayan gizemini çözüp çözmemeniz tamamen sizin insiyatifinizde.. Boşlukları gönlünüzce doldurun, ben de o arada bu "yazmama" zamanımda neler yaptım onlardan bahsedeyim..


- Biricik evlatlarını sürekli bilgisayar başında görüp gelecekleri adına endişe eden anne ve babalar, bu madde sizin için.. Ben, yani evde geçen zamanının neredeyse tamamını bilgisayar başında geçiren Syntinen, bu performansıma rağmen bir üniversiteyi kazanmış bulunuyorum.. Evet belki sizlerin gönlünde yatan doktor, mühendis, avukat üçlüsünden birinde okumuyorum ama sevdiğim bi bölümde okuyorum.. Yani benim gösterdiğim çabadan biraz daha fazlasını gösteriyorsa sevgili çocuğunuz anlayın ki Boğaziçi Bilgisayar Mühendisliği garanti.. İçiniz rahat olsun canlar..

- Üstteki maddeyi ebeveynlerine okuttuktan sonra onları odalarından gönderen sen üniversite öğrencisi adayı fellow bu da senin için.. Azıcık daha çaba göster dedim ya, sen Boğaziçi kasacaksan hemen kapat o bilgisayarı bro.. Onlar normal insan değil GDO'lu zihinler arıyorlar (tag list: kedi-ciğer-uzanamamak-mundar) He ben herhangi bi üniversite istiyorum ama güzelinden* diyorsan da azıcık daha çalış.. Benim yaptığımı yapma.. Veya yap, ikisi de aynı kapıya çıkıyor baksana..

- Sen, üniversite muhabbetinden sıkılmış, yaşını başını almış ve bu devirleri kapatmış fellow.. Bu da sana bebeğim.. Tamam bitirdim okul muhabbetini, diğer maddeler çok daha güzel olacak.. İzci değil blogger sözü.. (kötü espirilerimi de özlediniz mi onu test etme amaçlı kurulmuş bi cümleydi..evet)

- Her maddeyi başka bir gruba bölersem işin içinden çıkamayız.. Bundan sonrakiler tüm bi de benden duymak isteyenlere gelsin.. (bak hala..)

- Şehir değiştirmek zorunda kaldım ve aslında evi de taşımam lazım.. İşte bu başlı başına yazılacak bir konuyken ev aramakla ilgili kısmını HİÇ yazmak istemiyorum zira gerçekten de bir cezalandırma yöntemi olmalı kiralık ev aramak.. Aslında bunu da gayet yazabilirmişim.. Yine de emlakçılarla yaptığım konuşmaları inanın hiç bir bünye kaldırmaz..

- İstanbul trafiği nedir, nasıldır, nelerle beslenir, ne şekilde yok edilebilir, neden yok edilemiyor lan?! sorularını sormayı unuttum, hatırlamam da hoş olmadı.. Anneannemin tabiri ile küfürlü insan olmak istemediğimden bu konuyla ilgili hazırladığım lafları sizlerle paylaşamayacağım.. Fakat aşağı yukarı "kupa maçında %100 penaltısı verilmeyen takımın fanatik taraftarının hakeme söyleyeceği sözler öbeği" olarak özet geçebilirim ki aklınızda canlansın..

- Varolan düzenim değiştiği için biraz psikolojik bunalım içerisine girdim.. "Değişim iyidir Syntinen." diyen kişiye "Evet haklısın ama bu o malum geçiş dönemini yok etmiyor." diyorum, "Değişmeyen tek şey değişimin kendisi ama ehuehue." diyen kişiye ise çıkışı göstermelerini rica ediyorum.. En kısa zamanda normal moral seviyeme dönerim ama ben hiç bir zaman etrafta Teletubbie'lerden La Laa modunda gezen bir insan da olmadım ki öyle gezenimiz varsa belirtmek isterim, Po daha iyimserdir..

- Saç modelimi değiştirip kahkül a.k.a. perçem kestirmeye karar verdim.. (bkz: kadınların mutsuz oldukları zaman saçlarında değişiklik yapma istekleri) Ama cesaret edemedim.. Cesaret edemememin sebebi de *vay efendim bana yakışmaz!* modundan çok *vay efendim nasıl olucak da becerikli bi kuaföre denk gelip kafamda tasarladığım modelin aynısını yapabilecek* modu.. Hemcinslerimin bildiği üzere kuaförler genelde kendi ütopyalarında yaşar, kendi arzularına göre saç keser ve boyar.. Bunu en kısa zamanda gerçekleştirmek istiyorum gerçi, bu da dip not olsun..

- Her istediği yerden internet erişimi sağlayan Vınn'lı ve Jet'li insanlara özenedurdum.. Benim henüz öyle bir imkanım ve iPhone'um olmadığından (çalan şarkı: benim için üzülme..) bulabildiğim imkanlar dahilinde sanal alemde online olabildim.. Twitter bensiz, Formspring.me sorularım cevapsız, blog arşivim ıssız kaldı.. (Tuna Kiremitçi vari bir günah çıkarma mı?! Sanırım..)

- Yapılabilecek en mantıklı aktivite olduğundan bol bol film izledim (mesela "insepşın" falan evet..), CNBC-e sayesinde Star Wars ile tanışan padawan padawan'ları yüzünden depreşen Dark Side aşk ateşimi DVD'ler ile söndürdüm.. Bunun yan etkileri de fazlasıyla oldu çünkü kendimi arada Vader gibi nefes alırken, Yoda gibi devrik cümleler kurarken ve Jar Jar Binks gevezeliğine yeltenirken yakalar oldum.. Hiç de güzel olmadı tabii.. Yoksa ben de yaşayayım Padme-Ani aşkı sonu güzel biten arkadaşım! falan diyorum arada..

- Özellikle bizim camianın (yaa yaaa) daha sonra da tüm kitap severlerin favorisi haline gelen Dizüstü Edebiyat serisinin tüm mevcut kitaplarını okudum.. Ama Twitter'da @..... şeklinde lanse etmeyi ve RT edilmesini ummayı ihmal ettim.. (Bazen sırf bunun için bu seriyi okuyan insanlar vardır diye düşünmüyor değilim ya, neyse..) Şimdiye kadar ki "en sevdiğim" PuCCa oldu ama ne yalan söyleyeyim bu gönül bir an önce HBBA okumak istiyor sevgili fellow'larım.. Ve umarım b seri devam eder çünkü gerçekten de hiç kitap okumayan kesim bile sırf meraktan alıp okudular..


Neyse efendim.. Bunlar "Ben yokken siz neler yaptınız çocuklar?!" cümlesinin öznesi değiştirilmiş cevaplarıydı.. "Bak bak uzun yazdı, bence bi 2 ay daha yazmayacak lan kesin." diye düşünen mini çakal fellow, valla yazıcam ya.. Malzeme çok birikti falan, hem yazasım da var.. Boşa vaat vermiyorum yani.. Hatta "Burası İstanbul Ayazma, burada 10bin tl peşinatı verecek herkes bir ev sahibi olacak.." şeklinde bir vaat değil, gerçek olanından.. (Renk Ağaoğlu turuncusu, Ali bey'e selam ederim ve ben de onun hayal ettiklerini ederdim..evet) Söz veriyorum verdiğim en uzun ara bizim kanalların reklam araları gibi olacak.. "Çok" di mi?! Değil bence ya 'lol

10 Ağustos 2010 Salı

Allah Kabul Etsin via echofon

slm mrb.. asl pls?!

Böyle bi giriş nasıl olur diye denemiş olayım dedim ama evet, döndüm ve sana bi de benden duymanı istediklerini yazmaya geldim.. Ve bu neden bu kadar uzun sürdü?! "Sıcaklardandır höehehe.." cevabı fazla klasik duracağı için bu sorunun cevabını senin hayalgücüne bırakıyorum fellow.. İstediğin bahaneyi kullanabilirsin ve bu konuda hiç bir itirazım olmaz.. ("Uçan babunlarla dolu bir tatil köyünde garsonluk yapıyordun?!" tarzı bahaneler dışında..ki hayalgücün bu kadar genişse rica ederim şansını Hollywood'da dene ve bana başrol teklif et.. evet)

Neyse, ne diyecektim...

Ramazan ayının başlaması ile gündem beklenildiği ölçüde değişecek, buraya kadar her şey bilindik.. Fakat teknolojinin bu denli hayatımıza girdiği bir dönemde (kendimi köşe yazarı gibi hissettim ve bu hoşuma gitmedi 'lol) ramazan ayının etkileri bambaşka olacaktır diye düşünüyorum..

Bir kere Twitter var ya.. Justin Bieber bebeğinden arta kalan alanlarda tweet edip duruyoruz modumuza, Twitter anlayışımıza göre.. Ramazan ayının gelişi ise en çok "@disko" tweetçilerini memnun edecek sanırım.. Hani yediğini, içtiğini, gördüğünü ve özellikle de nerede olduğunu tweetlemekten hoşlananlar bol bol faydalanacak ramazan ayının nimetlerinden.. Örneklemek gerekirse;

sevimliselbeybi @sultanahmet.. eski ramazanlar gibisi yok cidden.. müthiş bir keyif burda olmak.. tanrım! ordaki macuncu mu? :)

Şimdi hadi gel, işimiz gücümüz yokmuş gibi bu hayali tweet'i irdeleyelim.. (İşimdeyim gücümdeyim gerçi şu an, blog falan.. Umut Sarıkaya'ya sevgiler..) Efendim.. öncelikle.. daha ne kadar devam edecek bu "eski rereröler gibisi yhoq!" muhabbeti?! Yani tamam, yok.. Ama bunu HER DEFASINDA tekrarlamak ne derece tatmin edici veya bilgilendirici oluyor?! Cevap veriyorum, suyun donma derecesinde.. (gülmediysen sözelcisindir benim gibi, kalpkalp) Hadi peki, kendisini tutamadı ve kullandı o klişe cümleyi.. Sonrasındaki "mutheşem bir yer burası, aman allahım negzel bi deneyim, kavurmalı pide de yemeliyim!" temalı cümleler "Bakın Ramazan Ayını en bi güzel şeklinde tadını çıkara çıkara yaşıyorum." tandansını aşılama çabası mıdır?! Öyledir, itiraz etme.. "Macuncu" olayına ise hiç girmiyorum zira bu sırada pide arası pastırma yiyip, Karagöz vs. Hacivat izlemekte olacağım.. Cappy Ramazan Şerbeti'm de elbette buzlu bir bardakta bana eşlik edecek..


Tabii bu durum sadece Twitter'da gözümüze sokulacak "@oruçlu ve iftara daha 7 saat var :)" tweetleriyle sınırlı kalmayacak.. Facebook status update'lerini takip ederek topun patlamasını tetikte beklemeye gerek kalmadan oruç açabileceğinizi biliyor muydunuz?!

Sevinç Doluyum İstanbul için iftar vakti. Allah kabul etsin arkadaşlar *kalp*

Böylesini görür müyüz bilemiyorum ama en azından biri de çıkar ve yapar diye düşünüyorum.. Bu update arkadaş sayısının %10'luk kısmı tarafından beğenilir, beğenenlerin yarısı "saol sevinç, senin de kabul etsin." tarzı yorum yapar.. Kimisi de espirili olmak ister ve "ehuehueh kızım on saat oldu hala iftardasın." moduna girer.. Sevinç kızımız güzel dileklere ":)" yapar, espirili arkadaşa da "Ben tam zamanında yazdım onu valla." diyerek savunmaya geçer..

Bunun dışında diğer "Yazın oruç mu tutulur!! Ölüyorum bro!" veya "Arkilerle iftardayız, sizlerin ramazan bayramını şimdiden kutlarız." benzeri updateler de tabii ki olacaktır, şaşırmamak lazım.. Aynı zamanda çeşitli markaların televizyonlarda dönen ramazan ayı ile ilgili reklamlarının videoları paylaşılacak.. Mükellef sofralar "Afiyet olsun.. e ama gelin beraber olsun!" başlıklı bir albümde fotoğraflanıp paylaşılacak, "O sofrada bi rakı eksik hocu." diyen arkadaş sırayla kınanacak ve resimde etiketlenenler notification manyağı edilecek.. vs. vb.


Kısacası televizyonda, basında, internette a.k.a. her yerde ramazan ayı ile ilgili bir şey duyacağız, okuyacağız, göreceğiz.. Benim blogumda paylaştığım gibi.. 'lol "Umarım bu paylaşımlar benim yukarıda parodileştirdiğim modda olmaz." cümlesini kurmuyorum bile, bu kadar iyimser değilim ve umacak daha elzem şeylerim var açıkçası.. Ayrıca bu tip paylaşımları, status update'leri ve tweet'leri görmek belki bizi de moda sokar, en olmadı bu yazıyı hatırlatır ve yüzüne bi gülücük koyar?! Bu da mı iyimserlik oldu?! Bilemedim, ama cidden dilerim ki bu ramazan ayı senin için keyifli geçer..

Şimdi izninle, gidip haberleri izleyeceğim.. Zira geleneksel "Faruk Güllüoğlu ile Nasıl Güllüoğlu Güllacı Yaparım?!" öğretici haberini kaçırmak istemiyorum.. -Allah kabul etsin via blogger-

11 Temmuz 2010 Pazar

Domino MiM'ing



"All day all day, whatch them all for down
All day all day, domino dancing
"

.......eveeet.. bu kadar.. 'LOL tamam bu kadar değil.. Pet Shop Boys'un bu çok sevdiğim şarkısı bana ilham vermedi fakat aklıma gelen mim'e hem başlık hem de tema oldu.. Bu nasıl bir şarkıdır diyene şarkının linkini veriyor ve peki bu nasıl bir mimdir diyen sen sevgili fellow'er ımın sorusunu yanıtlamaya başlıyorum..

Birbirinden bağımsız 7 tane görüş/tanım/yorum yazıyoruz bu mim'de.. İşin dominosal kısmı ise şu, her madde bir öncekinden bir kelime referans alacak.. Mesela kedilerin bazen ne kadar da garip sesler çıkardığından bahsettiysek, bir sonraki maddede de sesimizin aslında o kadar güzel olmadığını ama şarkı söylemeyi çok sevdiğimizden yakınacağız.. Yani bu mim'in olayı birbirine kelimelerle bağlı ama konularla bağımsız yedi tane küçük blog yazısı yazmak.. Birinin içindeki bi kelime diğerini tetikleyecek böylelikle domino etkisi oluşmuş olacak..

İlk defa mim "yaratmanın" yüklediği "sorumluluk"la yazmaya başlıyorum;


# Fransızca'ya ve Fransız diline onu ancak Burhan Altıntop konuşuyorsa tahammül edebiliyorum.. Onun dışında bana sanki belli bir kuralı olmayan, keyfe göre konuşulan, anlatılmak istenen şeyi dolaylının da ötesi bir tarzla anlatan bi dil gibi geliyor.. Bu dilde sakince bir şey anlatamaz sanki biri veya Fransızca ile fıkra anlatamaz sanki insan.. Burhan Fransızcası'nın sevdiğim yönü ise Burhan bu "kafasına göre konuşma" modunu bilerek yapıyor çünkü konuşamıyor.. Konuyla ilgili güzide bir ekşi sözlük entrysi için bkz da verelim..

# Kendisini ödünÇalınmış bir tanımlamayla "Eiffel Kulesinden bile daha Fransız" bulduğum Jean-Christophe Grangé tartışmasız favori yazarımdır.. İlk kez 2005 yılında tanıştım bu harika adamın kitaplarıyla ve ters köşe tarzıyla, jilet keskinliğindeki konu tercihleriyle, 1440p çözünürlüğündeki betimlemeleriyle, yarattığı atmosferle, seçtiği karakterlerle uzun yıllar boyunca "en sevdiğim yazar" ünvanını korumayı garantiledi.. Hem de her romanıyla.. Favori Grangé kitabım ise yine tartışmasız bir şekilde "Siyah Kan"dır.. Jaques Reverdi candır.. Okumayan yalvarırım okusundur, okudukça beni hatırlasındır..

# Artık hemen hemen herkesin bildiği ve bilenlerin yarısının ilahlaştırdığı, yarısının da en ufak bi kusurunu bulmak için çırpındığı bir fotoğrafçı Mehmet Turgut.. İlk başlarda, yani kendisini henüz çok fazla işi ve çekeceği bir sürü ünlüsü olmadan Yüxexes dergisi için çektiği fotoğrafları sayesinde biliyor ve yaptığı işleri seviyordum.. Fakat sonra küçük bir farkındalık yaşadım ve çektiği fotoğrafların hep birbirini andırdığını fark ettim.. Bu beni rahatsız eder mi?! Hayır.. Fotoğraf sanatıyla o kadar da ilgili değilim.. Burda değinmek istediğim şey Mehmet Turgut'un estetik kattığına inandığım "kan" olgusu.. Fotoğraflarında sıkça bu temayı kullanan Turgut bir programda kanı çoğu kişiye çağrıştırdığı anlamıyla değil, hayat sıvısı yönüyle ele aldığını ve bu yüzden çok sık kullandığından bahsetmişti.. Güzel bir yaklaşım diye düşünüyorum açıkçası..

# Fotoğraf çekerken bambaşka olan o kadar çok insan tanıyorum ki.. Hayır tamam, muhtemelen siz de tanıyorsunuzdur.. Ama çevremde öyle insanlar var ki normal hayatında tamamen "loser" diye yaftalanabilecekken objektif karşısında adeta bir kahramana dönüşüyorlar.. O kendinden emin olamayan tip gidiyor ve yerine bir süper ego geliyor sanki.. Aynı şekilde aşırı yüksek özgüvenli birinin de fotoğraf çektirirken buharlaşmaya yakın bir moda girdiğini görmüşlüğüm olmuştu.. Gel de -dolaylı yoldan olsa da, sanatın gücüne inanma..

# Özgüven denen şeyin çok gelir geçer ve değişken olduğunu düşünenlerdenim.. Bence kendine güven denilen şey aslında kişide sabit bulunan bir artı özellik değil, kişide ortama, olaya ve kişisine göre değişen bir şey.. Yani topluluk içinde kendine güvenmeyen birinin ikili ilişkilerde harika olması buna bir örnek teşkil edebilir bana göre.. Aynı şekilde ikili ilişkilerde yeterli özgüvene sahip olamayan biri 7000 kişini önünde sahne alabilir.. (Gerçi sahne alma duygusu bambaşkadır fakat verdiğim örnekler hala geçerli fellow:) Farklı özgüven çeşitlerinin olduğu bir gerçek fakat ben inanmıyorum ki tamamen kendine güvenen bir kişinin tüm güven kaleleri yıkılmaz olsun..

# Şu an okuduğunuz kelimeleri yazan Syntinen kişisi tarafından en azından bir kereliğine de olsa Oscar kazanmak istediğini duymuşsunuzdur (veya okudunuz, tamam 'lol) Peki merak ettiniz mi bu isteğe nasıl kapıldı?! (Bu üçüncü tekil şahıs anlatımı uzun hikayelerin başına yakışır, ben'e dönüyorum süratle:) Oyuncu olma isteğim Heath Ledger ve filmi "10 thins I hate About You" yüzündendir.. Ama Oscar kazanıcam ben! hayali ironik bi şekilde tiyatroda sahne almamdan peydahlandı.. Hazırlık sınıfında çok basic bir ingilizceyle hazırlanmış oyun Romeo&Juliet'ti, ben ise intihar etmek yerine mücadele etmeyi tercih edicek ve Romeo'sunu beğenmeyen bir Juliet'tim.. Artık William Shakespeare'in yazdığı muhteşem oyundan mı yoksa bittiğinde aşırı alkış almamızdan mı bilemiyorum, selam vermemiz bittiğinde sadece oyuncu olmanın beni kesmeyeceğini, ödüllü bir oyuncu olmak istediğimi anlamıştım.. 14 yaşında bunu istemiştim ve üzerinden altı yıl geçmesine rağmen imkansızlığını reddetmekteyim..

# Tahmin ediyorum ki çoğumuzun favori bir cümlesi vardır.. Yoksa bile duyduğunda "negzel demiş ya!" tepkisi verdiğin bir veya 10 cümle vardır, yok deme.. Bence hatırlamıyorsun 'lol.. Efendim şaka bir yana benim bir değil bir kaç tane var.. Özellikle de Ezel'in konuşula konuşula bitirilemeyen Ramiz Dayı'sından sonra çeşitli paylaşım sitelerinde herkesden bi aforizma fışkırmaya başladı.. Ramiz dayı kadar olmasa da bu konudaki baş tacım Shakespeare'dir.. Başka isimlerle örneklersek; Nietzsche imzalı "Derin olduğunu bilen kimse kolay anlaşılır olmaya çalışır.. Kalabalıkta derin görünmekten hoşlanan kimse ise anlaşılmaz olmaya çalışır..!" sözünü ve Peyami Safa'nın "Yaşlanarak değil yaşayarak tecrübe kazanılır.. Zaman insanları değil armutları olgunlaştırır..!" ayarını çok severim.. Ama en sevdiğim, William Shakespeare'den geliyor "Yara izlerimiz, bizlere geçmişin gerçek olduğunu hatırlatır.." iyidir..


Eveeet.. Sevgili fellow'er.. Geldik ilk by Syntinen etiketli Mim'in sonuna.. Umarım okurken güzel vakit geçirmişsinizdir.. (Kendimi Oprah gibi hissettim..'lol) Gelelim bu Mim'i iletmeye; domino taşlarını Sevgili Finduilas, HBBA, Anti-Kahraman, StummScream, Lillie, Mrs.Baros, Glamdring, Kült Ablası, .cRn., a.nur ve Berith'e doğru yuvarlıyorum.. Umarım en az benim kadar keyifle yaparsınız bu mim'i diyorum, Oprah'a bir daha selam çakıp huzurunuzdan ayırlıyorum..

Paul IN, Squidward OUT



Paul hakkındaki yazımı aslında İspanya-Hollanda maçından sonra yazmayı planlıyordum.. Yurtta Galatasaraylı, cihanda hem Galatasaraylı hem de Barcelona'lı olduğumdan İspanya'nın kupayı kazanmasını çok istiyorum ve maç istediğim gibi sonuçlandığında buraya gelip Paul'e methiyeler düzmek, uğruna akrostiş şiirler yazmak, bir daha ahtapot yememeye yemin etmeyi tercih ederdim.. Fakat kendisi bugün oynanan Dünya Kupası 3.lük maçının skorunu da tahmin etti ve erken de olsa bi kutlamayı hak etti..

Bu arada; Paul kim mi?! Bi akvaryumun içinde yaşayan ve üzerine bayrak resmi yapıştırılmış ve içine yem konulmuş plastik kaplarla "fal" bakıp kehanette bulunan pek sevimli bir ahtapot nam-ı diğer "kahin ahtapot"..

Uğruna Facebook grupları açılmış, defelarca tweet edilen, sözlüklerde onlarca kez tanımlanan ve kehanetlerini artık canlı yayında yapan bir ahtapottan söz ediyoruz.. Aslında büyük ihtimalle bu detayları vermem bile gereksiz çünkü 2010 Dünya Kupası'nın 3 harikasından biri olmayı başardı Paul.. Diğer ikisi için bkz: vuvuzela ve tabii ki bkz: ömer üründül..

Oynanan futbolu yazmak isterdim size, fakat geç kaldım.. Gözlemlediğim ve öne çıkan futbolcuları, teknik adamları yazmak isterdim.. Veya yapılan hakem hatalarından da bahsedebilirdim.. de artık kupa bitti be canım*! haklı tepkisini almam son derece gereksiz bence 'lol Aynı şekilde haftalardır mevzusu bitemeyen vuvuzela'ların sesinden ne kadar nefret ettiğimi ama alışkanlık haline gelen bu durumu Coca-Cola'nın verdiği ve çakma olduğunu tahmin ettiğim vuvuzelayı öttürerek pekiştirdiğimi de yazabilirim.. Ömer Üründül'ün "futbol nağadar da inanılmas bi oyundur!" temalı davudi sesini, futboldan uzak yorumlarını ve Cengiz Semercioğlu'nun kendisine olan tiksinme halini de irdeleyebilirim.. Ama öznemiz Paul.. Çünkü vuvuzela'nın aksine tamamen bireysel, çünkü sn.Üründül'e göre tamamen tutarlı..

Normalde görmeye pek tahammül edemediğim vantuzlu kollara Paul sayesinde bakar oldum.. Yaptığı "kehanet"lerden ve ülkemizin güzide yerli Paul'ü Maradona sayesinde (ki bu hayvana bu ismi Arjantin elendikten ve Paul ünlü olduktan sonra vermedilerse ben de Messi'nin gizli aşkıyım) "Acaba tüm ahtapotlar mı psişik lan?!" diye düşünmeye yan yüklü oldum.. Plastik kapların üzerine türünden beklenmeyecek bir sempatiklikle süzülen Paul'ü görünce aklıma karanfil satan tombulsal roman teyzelerin el falı bakmasının gelmesini normal karşılar oldum.. Ve tabii ki maçları "Ya Almanya alıcak.. Paul gitti Almaya dedi, daha önce de bilmiş yani.." yüzeyselliğiyle kasmadan izler oldum.. (Bu durum Almanya veya Uruguay'ı desteklemiyor olmamdan da kaynaklanabilir tabii..) Kısacası Paul ile ilk etapta kulağa çok saçma ve gülünç gelen şeylerin işimize geldiğinde nasıl ciddiye alınabileceğini bir kez daha görmüş oldum, görmüş olduk..

Yazdıklarımı abartılı bulanlara şunlardan bahsedelim; Bitime bir maç kala etrafta peluş ahtapotlar, ahtapotlu t-shirtler kol geziyor, İspanya kahraman(!) ilan ettiği Paul yüzünden lokantalarının çoğundaki menülerden ahtapotu çıkarıyor, Dünya'nın çeşitli yerlerinden zoologlar bu davranışın nereden peydahlandığını tartışıyor, İtalya basını Paul ile hayali bir röpörtaj düzenliyor.. Bu dediklerimi nerden mi biliyorum?! Ülkemizde yayınlanan gazatelerin spor sayfalarından..

Yarın Paul'ün kehaneti(!) tutar mı, bilemiyorum.. Dünya Kupası bittiğinde bu hayvancığın sonu ne olur, bilemiyorum.. Bildiğim şey ister küçük şartlanmalar ve büyük tesadüfler sonucu olsun, isterse bünyesinde bulunan psişik güçlerden dolayı olsun Paul çoğu türdaşını geride bırakarak tarihe geçmiştir.. Ama kesin olan şey şu ki Dünya halkına Squidward'ü, Türk halkına da Tarkan filmindeki meşhur keten ahtapotu unutturdu ve bu bile başlıbaşına bir başarıdır..

28 Haziran 2010 Pazartesi

Paylaştıkça Artan MiM


Merhaba fellow.. Slm..nbr?!! asl??! TanışabiLirmiiss?!! ;) Tamam tamam cıvımayalım.. Aslında böyle cıvıyacak kadar keyfim iyi, vay anasını falan da değil de nedense bu tarz bi giriş yapasım geldi ve yapmış da bulundum.. lol'

Efendim bu yazımızın amacı başlıktan da anlaşılabileceği gibi bi mim.. Keyifle takip ettiğim blog yazarı .cRn. hanım mimlenmiş ve 10 kişiyi mimlemesi gerekirken "Okuyan herkes yapmalı bunu." diyerek paylaşımcı olmuş, mim sever bloggerları mutlu etmiştir.. Ben de onlardan biriyim ve hoşuma giden bu mim'i sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyacağımı belirtmek isterim..

Bu mim'de belli kelimelerin ve ifadelerin bende ilk olarak neyi çağrıştırdığını mercek altına alıcaz fellow.. Başlayalım o halde..

Felsefem: Hedeflerine ulaşmak için özgürlüğünden ve eğlencenden ödün vermeden çabala..
Hayat: Senaryosunun rolünü ne kadar iyi oynayıp oynamadığına göre şekillendiği bağımsız film..
Çocukluk: Bilmemenin ve kesinlik olmama duygusunun dayanılmaz hafifliği..
Güneş: Lisedeki edebiyat hocalarımdan birinin adı.. Hiç de sevmezdim kendisini lol'
Gözler: Sözlüğe ve öğrenmeye gerek duymadan her dili konuşabilen iş bitirici..
Yıldızlar: Siyahın her daim tek ton olmadığını kanıtlamak istercesine varolanlar..
Güzellik: Göreni mest eden, sahip olana çok amaçlı anahtar kazandıran, zekayla birleştiğinde yenilmez olmanızı hemen hemen sağlayan artı..
Sevgi: Hayatı çekilebilir yapan detaylardan biri..
Aşk: Dünya yerküresindeki tüm olayları ve insaları şekillendirebilme gücüne sahip olan belki de tek duygu.. (O değil de, Şıpsevdi sakızlarından kopya çekesim geldi bi anlığına lol')
Müzik: Yaşamımızın fonunu ve temasını belirleyen vazgeçilmez..
Dost: Sende yarım kalan her şeyi tamamlayan, bütünlüğü sağlayan olmazsa olmaz insan..
Para: Kazanılması en zor ve gerekliliği en azami olan maddi değer..
Zaman: Varlığı kişişen kişiye, olaydan olaya değişen; somutluğunun etkisi soyutluğunun büyüklüğünden kaynaklanan kavram..
Erkekler: Çok sevdiğim; yetişkin temasına sahip çocuk, çocuk içeriğine sahip yetişkinler topluluğu..
Savaş: "Uğruna savaşmaya değer." denilen şeyler için gerçekleştirilen mücadele ve kararlılık eylemi..
Ağlamak: Duygusal olarak yoğun yaşananların sebep olduğu istemsiz fiziksel tepki..
Ayna: İlkokulda bize söylenen kötü sözlere verecek cevabımızın olmadığı anlarda yansıtıcı özelliğini kullandığımız ve elimizle tasvir ettiğimiz kurtarıcı..
Hayal: Hedeflerin teori aşamasındayken içinde bulunduğu hal..

Hmm.. Aslında kimisi çalıştığım yerlerden gelmişti.. Fakat hocanın "Nefret", "Başarı", "Aile", "Film", "İnternet", "Alışkanlık" ve "Yazmak" kelimelerinin de karşılıklarını soracağını sanmıştım ama olsun.. İyi bekliyorum ya, güzel geçti..

  • mim kime gitsin: .cRn.'e tekrar teşekkür edip +rep'ini takdim ettikten sonra bu mime Olimpiyat Meşalesi muamelesi yapıyor ve beğenen yapsın da okuyalım negzel diyorum..

27 Haziran 2010 Pazar

Kabuktan Çıkarcasına


Özgürlüğün biz öğrenciler için sınavsızlık anlamına geldiği gibi bi gerçek var.. Sınavların ve sınanmanın olmadığı eğitim öğretim ne derece amacına hizmet eder bilemiyorum ama her öğrenci sadece "hobisine" okula gitmenin hayalini kurmuştur, bundan oldukça eminim. lol.

Türlü aksiliklerin ve kişisel tembelliklerimin yasak aşkının meyvesi olan "bitmeyecek gibi gözüken ÖSS zaman dilimi" benim için dün itibariyle bitti nihayet.. En azından öyle umuyorum sevgili fellow.. "Tek oturum olmadı bir de 3lüsünü deneyelim dedim.. tsehehehe" diyecek değilim ama evet durum aynen böyle oldu.. (Hayır genelde tsehehehe diye gülmem ki bu paranteziçi çok gereksizdi.. Yine de akıllarda soru işareti kalmasın diye yazm....evet, her neyse..) Ne diyordum.. Heh evet, işte bu artık son dönem olur da ben de en nihayetinde "Üniversite Gençliği Crew" veya "Kampüs Stayla" akımlarına dahil olabilme zevkini elde etmiş olurum..

Tüm bunların blog'u ilgilendiren "yani"si de şu; tahmin edilebileceği gibi pek yazma fırsatı bulmadım.. Fakat sınav sezonunun da kapanmasıyla birlikte uğruna ciddi manada gün saydığım "internette rahatça, dilediğince.." moduma kavuşmuş oldum.. Bugün sevgili blog'umun tasarımıyla uğraşmış oldum.. Sevdiğim ve keyifle takip ettiğim blog'ların listesini falan ekledim mesela.. Bu ufak tefek dış görünüş dokunuşları blog için iyi oldu ama "çok iyi oldu çok da güzel iyi oldu tamam mı?!" da diyemem yani.. Bi kaç ekleme daha yapasım var, o zaman olucak.. hope so..

Ya işte öyle benim değerli fellow'um.. 3 harfli sınavların etrafıma ördüğü kabuğu kırdım, "Boş vakitlerinizde neler yaparsınız?!" sorusunun telif hakkını tekrar aldım ve bi de benden duymak istediklerimle yaz boyu tepende olmayı planlıyorum.. Monitöründe yani... Okuyabileceğin yerlerde veya.. Malum iPad falan da çıktı.. "cix" işler bunlar.. lol.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Başkası Olma


...kendin ol. Böyle çok daha güzelsin" demiş Tarkan zamanında.. Bi bildiği var ki demiş diyorum özellikle son bi kaç gündür.. Gerçi Tarkan bi çok şey söylüyor, karşısındakinin kendisini hüp! diye içine çekmesini falan da bekliyor ama konumuz sadece bu cümlesiyle alakalı.. Yoksa Tarkan şarkılarını da konuşuruz bi ara ama bu konuda söz veremiyorum 'lol

Bazılarımız sırf ilgiyi kendi üzerinde toplamak adına aslında hiç olmadıkları insanların davranışlarını birebir kopyalıyorlar.. Sevdiğim ve daha önce de blog'da paylaştığımı hatırladığım bi söz var; İnsanlar değişmezler, sadece giydikleri kostüm bollaşır, yüzlerindeki maske düşer, oynadıkları rolden sıkılırlar; kısacası aslında gerçek kimliklerine dönerler.. Belki bu fazlaca genelleme dolu ve kötümser bi tanımlama oldu fakat işin aslı esasen bu malesef..

Kimi insan bu tiyatroyu(!) sırf keyif amaçlı sürdürürken kimisi de bunu savunma amaçlı yapar.. Bazısının da henüz kim olduğundan haberi yoktur, kendini bulamamıştır ve bu karakter boşluğunu olmadığı biri gibi görünerek kapatmak ister.. Kimisi de "kim" olduğundan utanır, hayalindeki kişi olur karşısındakine.. Her ne olursa olsun bu can sıkıcı bi durumdur.. Yaşayana da, fark edene de.. Benim problemim aslında bu saydıklarımın hepsiyle.. Ama en çok da kendini koruma amacıyla asıl kimliklerini belli edemeyenlere kızıyorum.. Bunun "nasıl?!"ını irdelemeden önce diğerlerine bi bakalım..

*Sırf bundan zevk aldığı için olmadığı biri gibi davranan kişi adı üzerinde çeşitli insanlardan derlediği hayat duruşunu, kendi gibi davranmamaya tercih eder çünkü bu daha keyiflidir onlar için.. Nedenini bilmiyorum ama tanıdım böyle bi insan.. Kendi kafasında yarattığı küçük ütopik dünyasından sıçrayan karakterleri bizim hayatımıza empoze etmeye çalışıyordu.. Neyse ki geç olmadan açıldı gözümüz..
*Diğer maskelimiz genelde 11-18 yaş arasından çıkar ki istisnalar kaideyi bozmamaktadır fakat ergenlik dönemlerimizde hepimizin kimlik bunalımına girdiği de su götürmeyen bi gerçektir zaten.. Zaten en kabul edilebilir "başkası gibi olma hali" budur.. Kişi kendini bulamamıştır daha, normaldir.. Geçicidir ama önemli olan da geçici olmasıdır.. Benimki geçti mesela *swh*
*Bir diğer olasılık da dediğim gibi kişinin kendinden utanmasıdır.. Hatta ne üzücü ki bazısı yaşadığı hayattan da utanır.. Burda bunun eleştirisini yapacak değilim çünkü bu maddedeki değişkenler hassas olabiliyor kimi durumda.. Yine de kızıyorum.. Çünkü eminim ki hiç birimiz hayalindeki hayatı yaşamıyor zaten.. Ama yine eminim ki bir çoğumuz bu durumu kabullenmiş vaziyette ve hayatını, kendini olduğu gibi görebiliyor.. Olması gereken de bu fakat bunu oldurmak her zaman kolay olmuyor..

Beni son zamanlarda ilgilendiren grup ise aslında kim olduğunun bilincinde olan, asıl kimliğinden rahatsız olmayan fakat bunu saklayan kişiler.. Tamam hepimiz yeni tanıdığımız insanlara zaaflarımızdan, zayıf noktalarımızdan, aslında ne kadar duygusal olduğumuzdan falan bahsetmiyoruz belki de koz vermemek adına.. Ama bu durumu ketumlaştıranlara ne demeli?! Dış dünyaya son derece sert, içinde duygusallıktan kırıntılar barındırdığını her fırsatta belli eden, sadece kısıtlı sayıdaki insana iyi(!) davranabileceğini ima eden, hükmedici tavrılarda bulunan, etrafındaki 3.tekil şahıslara kelimeleriyle neredeyse somut sınırlar çizen ve kendini insanlardan uzak tutma çabasında bulunan o kişiler ne derece doğru yapıyor bu "yeni tanışacağı insana kendini bir anda açık etmeme" durumunu?!

Bu kişilerin aslında olmadıkları gibi davranmalarının sebebi ne olabilir.. Neden takıyorlar o taştan maskeyi?! Ne kadar kırılgan olduklarını saklamak için mi?! Aslında içlerinde sıcacık bir gülümsemeyle eriyecek bir kalp barındırdıklarını söylemekten korktukları için mi?! Etraflarındaki insanlar için astıkları DİKKAT! levhasının etkisiz kalacağını düşündüklerinden mi?! Ulaşılamaz ve zor kazanılan kişi imajlarının sarsılmamasını istediklerinden mi?! Yalnızca samimi olduğu 3-4 kişiyle maskesiz(!) konuşup diğer insanlara tamamen başka biri gibi davranmak insana bi şey kazandırmaz fellow'er.. Tabii ki hiç birimiz tamamen açık edemiyoruz varlığımızı ve benliğimizi karşımızdaki herkese.. Fakat Facebook tabiriyle "sibling"lerine brutal modda gerçek halleriyle davranırken kendisinin "diğerleri" diye tabir ettiği insanlara 180°lik bi farkla davranan kişi bence olduğu gibi davranmaktan korkan kişidir..

Kısacası her ne sebepten olursa olsun, aslında olmadığı biri gibi davranıp yüzüne maske, üstüne kostüm geçiren kişi sadece yalnızlaşmaya mahkum oluşunu hızlandırır.. Çünkü akıl sahibi her insan bir süre sonra karşısındakinin bir karakter mi yoksa oyuncunun kendisi mi olduğunu ayırdedebilecek konumdadır.. O çok sevilen "sibling"ler sizin kendilerinden başkasına bu denli açık ara farkla bambaşka davrandığınızı görüp sizden rahatsız olmuyorsa zaten "kardeş" değildir.. Rolünüzü seviyordur o kadar.. Bu tip kişilere tavsiyem ya sıkılmayacakları bir maske alsınlar ya da maskelerini çıkarıp biraz da öyle denesinler.. Ayrıca durumun yukarıdaki resimdeki gibi olduğunu sanmıyorum ben, maskenin altındaki kişinin daha iyi olduğunu düşünenlerdenim veya öyle olduğunu umanlardanım.. (Benim gibi düşünenlere ve bu yazıyı okuyup kendinden pay çıkaranlara Muse'dan gelsin "Undisclosed Desires".. Nakarata özel ilgi lütfen:) Hem herkes yüzümüzü görmeli, çünkü önemli olan yüzün altında gizlenen sır düşüncelerse -ki öyle, bunların açığa çıkmasını hemen talep eden birilerinin olacağını hiç sanmıyorum..

5 Mayıs 2010 Çarşamba

YouTube'less


Son iki haftadır YouTube'a girememekteyim sevgili fellow'er.. Bu konu artık öyle bi tak etti canıma ki blog'a da taşıdım.. (Çelik'in böyle tak etti canıma'lı bi şarkısı vardı.. O da ne ilginç adamdır ya.. Kötü anlamda söyledim malesef:) Parantez içinden de çıkasım yoktu hiç aslında ama şu YouTube konusuna tekrar dönelim.. lol'

Şimdi efendim ben de herkes gibi ülkemizin koyduğu ambargoya karşı tutumumu almıştım.. İşte ilk başta tunnel'larla giriyordum ki favorim her zaman ktunnel olmuştur, sonra da fark ettim ki bu muazzam sinirleri zorlayan yöntem dışında bir de "armut piş, ağzıma düş, suyumu içir, mendille de siliver" tarzı kolaycı Jacker adında bi program varmış.. Müthiş bi keyifle yükleyip kurdum falan ve baya sorunsuz bi şekilde YouTube evreninde dolaşmaya başladım.. Fakat iki hafta önce "Sayfa zaman aşımına uğradı" tandanslı bi uyarı ile siteye giremedim ki hala bu durum devam etmekte..

Çeşitli yöntemler denedim; host dosyasındaki YouTube ip'lerini dilmeye çalışma (silemedim gerçi, kaydın değiştirilmesine izin vermiyor bilgisayar), defalarca Jacker programı yükledim, DNS adreslerini değiştirdim vb. vb. Hiç biri de kar etmedi malesef.. Çevremde Chuck benzeri computer nerd bi insan da olmadığı için de bu mevzu böyle asılı kaldı.. Sırf şu sorunuma çözüm bulmak için KAÇ TANE teknoloji forumuna üye olduğumu bile hatırlamıyorum, düşünün..

Neyse artık gelen cevaplarla falan bi şeyler yapmaya çalışacağım artık.. Olmadı bi teknoloji mağzasına veya bilgisayarcıya falan gidip sorunuma çare arayacağım.. Aklımda TTNET'i aramak ve onları illegal bi şekilde sorgulamak da var aslında ama telefon görüşmeleri hizmet kalitesini arttırmak ve müşteri memnuniyeti için kaydediliyor.. Şaka bi yana "Hükümet tarafından yasaklanan şu siteye nasıl girerim TeTeNet İnternet?!" diye sorsam cidden ne derlerdi acaba?! :D

30 Nisan 2010 Cuma

Insomnia


Şu sıralar aşırı derecede uykusuzluk çekiyorum.. Aslında bu benim gibi "gece yaşamayı tercih eden" insanlar için bi sorun değil fakat uyku düzenim o kadar saçma sapan bi hale geldi ki bu gidişe nasıl dur derim bilemiyorum, bildiğim cevaplar da işime gelmiyor..

Şimdi normalde geç yatıp (saat 3-4 gibi) geç kalkmak (12-13 arası) gayet olası şeyler.. Fakat ben 7de yatıp üçte kalkmaya falan başladım ve özellikle şu sınav arifesinde bu durumun olmaması gerekiyor.. Fakat malesef ki olmaması gerekenler her daim cazip olanlardır.. Bende de bu durum işlemekte..

Ev halkı da ufaktan tepki göstermeye başladı bu durumuma.. Annem işin "Kızım bak metabolizman kafayı yedi saat 4te kahvaltı yapmaktan, hastalanıcaksın. Bu nasıl bi hayat tarzı!" boyutunda.. Babam ise işin "Bu kafayla sen üniversiteyi kazanamazsın.. Hayat disiplinin olmadıkça değil sınavlarda, yaşamın kendisinde çuvallarsın" boyutunda.. Yani her türlü KAYBEDEN olarak lanse ediliyorum şu sıralar evin içinde yarasa modumdan dolayı..

Kendi kendime bi çözüm üretme düşüncesindeyim.. Ya bi şekilde 2de üçte yatıp uykum gelene kadar sürü(!) sayıcam ya da günü devirip normal uyku standardını elde edicem.. Her iki ihtimale de "Boşversene, onu bi geçiceksin!" tepkisi vermekteyim de dur bakalım.. Yapıcaz bi ayar(!) artık..

Saat şu an 05:47 ve benim hiç uykum yok mesela.. Hatta bana şu an gece bir gibi falan geliyor şu zaman.. Hiç uyumak istemiyorum.. Ama uykusundan uyanıp da odama gelen ve benim full uyanık bi vaziyette tıkır tıkır bilgisayar başında olduğumu gören annemin "bomba görmüş maymun" temalı bakışını görmek de istemiyorum açıkçası.. lol' (Yazar burda annesinin şokla baktığını betimlemek istemiştir.) Zaten sabahlamamla, bilgisayar başında sabahlamam arasında dağlar kadar fark var ailemin gözünde.. Biri gözaltı, diğeri müebbet.. O derece malesef *kk*

Bu durumda gidip B planımı uyguluyorum fellower.. Kitabımı okuyup uykumun gelmesini bekleyeceğim.. Gelirse negzel, gelmezse de takarım kulaklıkları kulağıma müzik dinleye dinleye uyurum.. Ya da kafamda bi şeyer kurarım, öyle kesin uykum geliyor ve hayır Dünya'yı ele geçirme planları kurmuyorum.. Genelde olası Oscar törenimi canlandırıyorum kafamda, çoğu insan heyecandan uykun mu gelir?!* diye düşünse de brutal bi şekilde hayal kurmaktan zihnim yorgun düşüyor ve uyuyorum.. İşe yarıyor yani..

Kendi uykusuzluk sorunumu sizle paylaştıktan sonra "uykuya dalma" görevime gidiyor ve bu yazıyı gece uyumayı sevmeyenlere hediye ediyorum.. Bildiğiniz yöntemler varsa lütfen paylaşın, her türlü şeyi denemeye razıyım fakat lütfen bunlar geçici çözümler olsun zira bu düzensizliği seviyorum ben.. Şu boğucu sınav dönemi bi geçsin o zaman da "İyi ki sabahları uyuyorum ollom!"lu yazılar yazıcam size, söz (:

En Kötü Mim'imiz Böyle Olsun



Ya, cidden böyle olsun fellower'm.. Sevgili Finduilas tarafından mim'lenmiş vaziyetteyim ki cidden çok çok yaratıcı ve "Her biri böyle olsa negzel olur." denecek mim'lerden.. O yüzden önce ona çok teşekkür ediyorum ve sonra işin detaylarına geçiyorum..

Şimdi bu mim'imiz çok keyifli.. Keşfet-Seç-Beğen-Yorumla ekseninde ilerliyor ki işin keşfetme boyutu cidden çok eğlenceliydi benim için.. Oyun gibiydi resmen ama tabii her oyunun kuralları vardır.. (Yani resimden alıntı yaparsak tüm blog dünyası Hogwarts, mim kuralları ise sizin Çapulcu haritanız ve evet HP serisini okuyup sevenlerdenim evet lol') Kurallarımız ise şöyle;

" * Takip ettiğiniz bloglardan ya da blogunuzda yer verdiğiniz blog listesinden baştan 3. sıradaki bloga girip, onun takip ettiği bloglardan(blog listesinden) -daha evvel görmediğiniz- bir bloga tıklıyorsunuz.

* Oradaki yazılara göz atıp birini gözünüze kestiriyor, okuyorsunuz.


* Hoşunuza giden bir paragrafı alıp blogunuzda paylaşıyorsunuz.


* Bu paragrafla alakalı birkaç cümle sarfetmeyi de ihmal etmiyorsunuz:)


* Alıntı yaptığınız blogun son yazısına yorum olarak bu mimi düşüyor, kendi yazınıza link veriyor ve bu blog sahibini de mimlemiş olduğunuzu iletiyorsunuz.


* Son olarak mimlemek istediğiniz başka blogdaşlar varsa mimi onlara da yolluyorsunuz. "


Bana bu kurallar dahilinde Garu_Bey'in blog'u denk geldi.. Genelde bu denk gelme hadiselerinde iyi olmasam da bu sefer kendi performansımı aştım çünkü gayet de keyifli bi blog çıktı.. Favorim ise belki de bugünler de ben de özlem çeken bi insan olduğumdan "Özlüyoruz, Özlüyorsunuz, Özlüyorlar..." oldu.. Neden favori seçtiğimin gerekçesi de yazıdan alıntı olarak gelsin;

"Özlem bana hep soğuk gelmiştir. Birini özlemek yağmurlu bir gündür. Birini özlemek yağmurlu bir günde dokunduğunuz buğulu cam gibi soğuktur. Birini özlemek ölmüşse daha zordur, ama her gün sağınızdan solunuzdan geçiyorsa bu daha da acıdır. Birini özlemek soğuktur çünkü ben soğuktan hiç haz etmem. Sevmem."


Benzetmeler o kadar yerinde olmuş ki soğuğu seven bi insan olmama rağmen ben bile özlemenin buz etkisini içimde hissettim resmen.. İnsanı öyle çaresiz bırakır ve öyle çeşitlidir ki bu özlem duygusu, başetmek için bi yol bile bulunamıyor kimi zaman.. "E özlediysen kalk git gör allaallaaa!" dan da ibaret değil bazı özlemler.. Kimisi panzehirsiz zehir gibi olabiliyor cidden.. Yine de unutmamalıyız ki iklimler gelir geçer, kış yerini illa ki yaza bırakır.. Ama 120 gün sürer, ama buz devri modundadır yıllarca sürer.. Fakat en nihayetinde.....biter.. Doğal sebeplerle sona eren manevi kayıpsız kışlar diliyorum o zaman ben de *gvb*


-----------------o----------------

Ben keşfi bitirdim diyip, haritayı uzattığım marauder'ların... yani fellower'ların yoklama listesi ise şöyle;
*Lillie
*Nothing
*Anti-Kahraman
*Glamdring
*StummScream
*Kült Ablası
*Berith

27 Nisan 2010 Salı

Ateş var mı acaba?!


İnsan sigara içmek ile ilgili yazmaya başlarken doğru giriş cümlesi nedir diye düşünüyor ama bulamıyor.. (Yani evet, bulamadım:) Bunu bi başlangıç cümlesi olarak kabul edersek niçin sigara içmekle ilgili bi yazı yazma gereği hissettiğimi sorgulayabiliriz istersek.. Ama önce bi hikayemizin en başına, geçmişe gidelim *..ve ekran bulanıklaşır* gibi bi espiri yapmadan.. Lost flashback olayına yeni bi soluk getirdi, öyle dalgalanan ekran falan yok artık....evet..

Büyük çoğunluğa, sağlık bakanlığı vb. kuruluşlara ve R.T. Erdoğan'a göre malesef ki 5 küsür yıldır sigara içen bi insanım.. Bunun blog edilecek bi hali yok, doğaldır.. Ama sanıyorum ki çok az insan ilk sigarasını içtiği günün tam tarihini hatırlar.. Ben hatırlıyorum.. Tabii bunun sebebi mega hafızalı biri olduğumdan dolayı değil, o gün bi arkadaşımın doğum günüydü, ondan.. (Klasik hikaye değil mi?! Öyle.. Anneler haklı biraz aslında lol':) O zamanlar hoşlandığım benden yaşça büyük bi ağbi(!) vardı, bana buğulu bi ses tonuyla "İçer misin?!" diyince 1 saniye sonra "İvet!" diyiverdim.. Ben sigarayı dudaklarımın arasına konumlandırdıktan sonra da çakmağı yakan abimiz benim kıpırdamadan durduğumu ve çakmağın alevine hipnotize olmuş gibi baktığımı görünce de "İçine çeksene!" dedi T.T surat ifadesiyle.. Muazzam rencide oluşumu daha büyük bi utançla pekiştirdim ve "Tshehehe unutmuşum." dedim.. (Ne rezilce di mi?! Ama güldün kabul et:) Hadi diyelim ki bu tarih hatırlama hedesi ve sigara nasıl yakılır onu bile bilmeden "Evet içerim!" diye atlamam da blog edilecek bi şey değil.. Fakat söyle fellow kim bu hadisenin ertesi günü sabah sabah gidip de bi paket sigara alır?! Onu da ben yaptım evet..

Teyzem Marlboro Lights içiyordu o tarihlerde, hala da içer aynı sigarayı ama arada yok Eve yok Cartier gibi elitimsi tercihlere kayar ki slim sigaradan nefret ederim.. Ben de küçüklüğümden beri teyzeme aşığımdır, çok severim; ilk aldığım sigara da onun içtiği sigara olsun istedim.. (Merhaba teyzoşum, senin bi suçun yok.. Yanlış rol model de olmadın.. O benim özenme halim, senlik bi şey yok.. Öptüm) Velhasıl aldığım ilk kısa Marlboro Lights box'la artık ben de sigara içen bi insandım.. Bir buçuk yıl kadar falan Marlboro Lights içtim, sonra bi baktım çevremde ne kadar tikky diye tabir edilen, meçli sarı saçlı, fönlü, pembe dudaklı, süs köpekli, marka takıntılı, konuşması hatalı hatun varsa hepsi o sigaradan içiyor.. Dedim "Üzgünüm teyzoş ama bu şekilde devam edemicem!" ve kısa Marlboro box'a transfer oldum.. O tarihten beri aynı sigarayı içerim..

Neden böyle bi yazı yazma gereği hissettim peki?! Bugün bi AVM'nin önünde Tay-yeap efendi ve tayfasının öngördüğü vaziyette sigaramı içerken yaşıtım bi kız gelip bana "Ateş var mı acaba?!" diye sordu.. Sigarasını ateşledikten sonra da ayak üstü yakındık bu "tecrit" durumundan hem de birbirine tamamen paralel düşüncelerle.. Ben de dedim o zaman bi de benden duyulsun sigara ve onun "Become a Fan" hali fakat tabii ki kötü bir alışkanlık olduğunun bilincindeyim.. İçmeyen için sigara içen birisi nasıl ızdırap oluyor onun da farkındayım.. Sadece nefese değil, ele, saça ve üste başa sinen koku sigara içen insanlara bile itici gelir mesela falan filan.. Ama ben gayet de severek içiyorum.. Hani "bağımlılık oldu yeaa, tiryakiyim!" ayağı değil, cidden seviyorum.. Okuldayken bana yaşattığı gizli saklı halleri seviyorum, kahve-kola ve bilimum kafeinin yanına deli gibi yakıştığı için seviyorum, her türlü duyguyu anında bahane edip kendini yaktırmasını seviyorum, lisedeki bi din hocamın beni hala güldüren "Günahsa yakıyoruz, sevapsa içiyoruz argadaşım!" cümlesinin öznesi olduğu için seviyorum, sohbet muhabbet ortamında iyi gitmesini seviyorum; seviyorum da seviyorum işte.. E ben seviyorum ama ülkemiz yok dumansız hava sahası yok televizyonlarda sansürleme yok içene 3. sınıf insan muamelesi dalan yaşatıyor.. Yerine göre iyi, yerine göre faşistçe uygulamalar bunlar da katlanıyoruz işte..

Demem o ki bundan kaç sene sonra bırakırım ve hangi sebeple bırakırım bilemiyorum ama uzun bi müddet zorunlu olmadıkça bunu yapmayı düşünmüyorum.. Uğruna bu kadar kelime dökülecek bi konu muydu orası kişisine göre değişir ama şunu da unutmayalım ki hepimizin hayatında tütün ve tütün mamülleri var.. Ama aktif ama pasif ama çekimser bi modda.. İster nargile içip "Ben sigara kullanmam hacı!" diyin, ister dumansız hava sahasında %100 temiz hava soluyun, isterse de "Pardon, ateş var mı acaba?!" cümlesini ile tanımadığınız biriyle sigara sayesinde muhabbete girmiş olun her şekilde hayatın içinde bi "duman" mevzusu oluyor, olmakta ve olmaya devam edecek.. Benim için "25 Şubat 2005"ten beri....

Sen yorumunu yazadur fellow, ben bi sigara içip geliyorum ((:

24 Nisan 2010 Cumartesi

7 Gerçek ve 1 Ödül




Attantion Please *anons efekti* Bayanlar Baylar; şu yukarıda gördüğünüz ve aşina olduğunuzu düşündüğüm ödül sevgili fellow Lillie tarafından bana layık görülmüştür ve benim ilk blog ödülümdür.. Kendisine teşekkür eder, atadığı "Kendinle ilgili 7 gerçeği açıkla" zorunluluğunu severek yerine getireceğimi bildirmek isterim..

Yaa öyle işte.. Nasıl da sevinirmişim, nasıl da ödül sever bi insanmışım, nasıl da "işte bu yüzden bu kızın aklında Oscar kazanmak var, hmm" cümlesini kurturtabilirmişim.. Değil mi?! Evet lol. Neyse ne diyorduk, gerçekler.. Hem de 7 tane..

Gerçek #1: İflah olmaz bi duygusalım.. Tamam, biraz abartılı oldu (: Şöyle diyelim o zaman; benden beklenilemeyecek kadar duygusalım aslında.. Yani o ne demek?! Her duygu kabartan olaya hüngür şakırt modundayım demek değil.. Ama beni bir süredir tanıyan bi insan gerçekten de duygusallaştıran bir olay karşısında dozunda duygulandığım zaman bana O.o ifadesiyle bakıyor ve "Aa sen baya duygusalmışsın" diyebiliyor.. E öyleyim.. Ama duygusalım diye de sürekli özlü sözler kitabı yutmuş gibi konuşarak, dolmuş gözlerle dolaşarak ve boğuk boğuk sesler çıkararak yaşayamam ki.. Duygusallık sulu gözlülük değil bana göre, duyguların hakkını tam olarak verebilmektir.. Öfkeden deliye dönen insana da duygusal demeliyiz belki de, netice de öfke de bi duygu değil midir?!

Gerçek #2: Dizginlenemeyen bir "düzeltme" huyum var ve hayır, bu seferki abartı değil.. Size "Düzeltme derken?!" dedirtmeden konuya giriyorum: İnsanlar konuşurken onların hatalarını düzeltiyorum.. Ama bilgi yanlışı olsun ama telaffuz hatası olsun.. Çok can sıkıcı ve sevmediğim bi yönüm bu aslında ama işin iyi yanı şu ki bu dürtüm çok samimi olduğum kişilere karşı diş çıkarıyor ancak.. Yani tanımadığım veya henüz çok samimi olmadığım biri "Yalnış anmala ama.." gibi bi cümle kurduğunda ona "Yalnış değil, yanlış." şeklinde müdahale etmiyorum.. Bu feci antipatik davranışı sadece nazımın geçtiği insanlar üzerinde uyguluyorum fakat onlar da arada fırça çekiyor tabi "Öeeh yeter ama!" diyerek.. Ama sanırım herkes annesi yanlışlıkla "Züreyfa" dediğinde "Anne züreyfa değil, zürafa" der bence.. :b Neyse ki çoğu düzeltme örneğim bu tip espiri altmetinli şeyler.. Olayı ukala boyutunda değilim ama yine de affetmem düzeltirim lol.

Gerçek #3: Hertürlü böcekten ve eklembacaklıdan korkarım. Yani şu gerçeği yazarken bile içim bi garip oluyor, düşünün.. Peki bu fobinin bi sebebi var mı?! Hani derler ya her fobi çocuklukta yaşanan kötü bir anıdan doğar diye benimkinin pek öyle kötü anıyla alakası yok.. İlla çocukluğa döneceksek, küçükken rahmetli babaannem bu korkumun üzerine gitmeye çalışırdı.. Avucuma minik böcekleri koyup "Bak yavrum korkulacak bi şey yokmuş değil mi?!" diye telkin ederdi beni.. O vefat ettikten sonra fobimle ilgili kimse bana yardımcı(!) olmadı ve yaşımla beraber böcekgillere olan korkum da büyüdü büyük ihtimalle.. Onlar dışından her türlü canlıya VIP bileti sağlayan bünyemden uzak dursunlar, bana yeter..

Gerçek #4: Çok kıskancım ama kıskançlığı kişiyi yiyip bitiren boyutunda yaşamamayı da kendime öğrettim.. Şöyle ki; çevremdeki çoğu kişi benim kıskançlıklarımla eğlenir.. Dalga geçmek, kafa bulmak modunda değil bu eğlenme tabiri.. Kıskandığımı karşımdakine o kadar yalın haliyle ancak kaprissiz belli ederim ki kıskandığım insan bir süre sonra "heaheaheah :D" moduna geçiş yapar.. Ama tabii bu demek değildir ki ben tam anlamıyla "sevimli bir kıskanç"ım ki böyle bir ifade de varolamaz zaten.. Demek istediğim şu, ben kıskanırım ama kısıtlamam.. Kıskanırım ama bende olmayan şeyleri değil, kıskanılmaya değer kişileri yani çok sevdiklerimi.. Bu konuda daha da eğitiyorum kendimi zaman geçtikçe ve olgunlaştıkça tabii, bakalım nereye kadar gidebilicem (:

Gerçek #5: Film izlemeyi sevmeyen insanlara karşı olumsuz yönde önyargılarım var.. Sinema benim için vazgeçilmezdir.. Buraya kadarını hemen hemen hepimiz biliyoruz zaten :p Henüz bilmediğimiz kısım ise benim "Imaağn ben öyle film izlemeyi falan sevmem yea" diyen insanlara karşı sergilediğim -_-' tutumu.. Yani tamam, zevkler ve renkler tartışılmaz, kimi insan kitap okumayı sevmez, kimisi müzik dinlemenin gereksiz olduğunu düşünür, kimisi de film izlemeyi zaman kaybı olarak görür (ki bu 3lü, hayatın 3ü1aradasıdır ya.. lütfen:) Bunlardan illa ki birini sevmeyen olur ama bir insan nasıl olur da film izlemeyi sevmez, işte buna mazeret bulamıyorum ben.. Çok mu uzun?! Günümüzün dizileri en az 120 dakika.. Onları izleyen insan pekala filmleri de izler.. "Ama dizilerde her hafta başka bi olay vağr" diyen ve dudak büzenlere de Sinema Gönüllüleri Vakfı'ndan bir iki arkadaş kapıyı göstersin lütfen zira ben Passiflora içmekteyim..

Gerçek #6: İçkinin her türlüsünü severim.. Hatta içimde dizginlemeye çalıştığım bi alkoliğin olduğundan da şüphe ederim arada.. Viski ve vodka tartışılmaz favorilerim arasındadır, bira çoğu kişinin olduğu gibi benim de vazgeçilmezimdir, rakıyı Türk olduğum için genetik olarak severim, tekila bana göre içkilerin en eğlenceli olanıdır, cin tonik tüketmek keyiflidir ve bana göre likörler alkol dünyasının görünmez kahramanlarıdır.....diye gider.. Ama işin "gerçek" kısmı bunlar değil.. İşin gerçek kısmı bu yaşıma kadar bir türlü şarap içmeyi sevememiş olmam.. Evet ben, Syntinen, içkilerin belki de en eski olanını, en çeşitli olanını, romantik gecelerin, gurme sofralarının baş tacı olan elit(!) içki şarabı sevmiyorum, sevemiyorum.. Rengi, görüntüsü, kokusu falan çok estetik ve karizma evet.. Ama içemiyorum.. Boğazımda bıraktığı o tadı sevmiyorum.. Bir arkadaşım "Demek ki iyi bi şarap içmemişsin." diye öngörmüştü, belki de sebebi budur bilemem.. Ama kısa vadeli hedeflerim arasında şarap içmeyi sev ve alış* maddesi yok malesef..

Gerçek #7: Ben aslında kolaylıkla tanıyabileceğinizi sandığınız ama biraz zaman geçtikçe bunun pek de kolay olmadığını fark ettiğiniz o kişiler arasındayım.. Kendimden bahsetmeyi severim, sır saklamak için, gizemli görünmek için kasmam ama umulduğu kadar da kolay açık etmem kendimi.. Benimle ilk tanıştığınızda üst düzey konuşkan, soran-cevaplayan ve anlaşılması kolay bi insan olduğum izlenimine kapılmanızın olasılığı çok yüksek.. Gerçekten de öyleyim evet.. Fakat aslında birden fazla ihtimalli insanlardanımdır.. Hemen hemen hepimizde olan "çoktan seçmeli hal ve hareketler"de bende 16 şık falan bulunur ama ilk etapta beş seçenekli gibi dururum.. lol' Yani tamam, genelimiz böyle aslında.. Ama bazılarımız da daha ilk başta kapalı kutu hissi yaşatmaz mı insana?! İşte ben öyle değilim ama görünmeze boyadığım ve göstermekte çekimser olduğum bir çok kapalı kutuya sahibim.. Görünmeyenle de yetinebilir beni tanıyan ama "Daha neler neler var aslında ollom!" cümlesi de saklıdır ve pakete dahil değildir ((:

İşte Syntinen ve işte onun 7 tane gerçeği* dedikten sonra ben de sevgili fellow'larım Nothing, StummScream, Anti-Kahraman, Kült Ablası, C3moi, Glamgring ve cRn'e "KREATIV BLOGGER" ödüllerini takdim ediyor ve onları da kendileri hakkında 7 tane gerçeği paylaşmaya davet ediyorum ((: Bu "7 Gerçek" mim'ini daha önce yaptığını bildiğim Finduilas ve yaptığını tahmin ettiğim Her Boku Bilen Adam'a da sadece ödül gitsin tarafımca efenim..

22 Nisan 2010 Perşembe

Kısa Ve Acısız Vol.I



# Eski sevgili dramını acayip yoğun bi şekile yaşayan bi arkadaşım vardı.. Yoğunluk derecesi kelimelerle anlatılması imkansız bi haldeydi.. Mesela "Issız Adam" fenomeni(!)nin yaşandığı zamanlarda ayrıldığı sevgilisi kadraja girdiği an "Anlamağzdın anlamağğğzdıığnn.. Kaderedeğğ inanmağğzdıığn" performansına başlıyor, nakarat bitince de "Seveceimm gezeceimm, görrrsün sana neler edeceiii im" patlatıyordu.. Finali de Levent Yüksel -Med Cezir Club Remix ile yapıyordu.. (Öyle bir remix yok tabii.. Tamamen benim tanısını koyduğum bi "Fırtınam *ıttıs-ıştış* felaketim hasretim *ıttıs-ıştış-ıttıs-ıştış*" durumu)

# Eyjafjallajökull geyiği yapmak istemiyordum aslında.. Ama herkesin 7981 kere söylediği şeyi bi de benden duyun istedim: Bu nasıl bir isimdir arkadaşım?! He tamam, insan göre göre alıştı artık, çok da soruldu bu soru forumlarda/sözlüklerde vb. yerlerde ama insan baktıkça bakmıyor mu?! En kanıksadığımız anda bile "Ama pes yani nedir bu isim cidden!" cümlesi geçiyordur aklımızdan.. O kadar insanı helak etti, maddi ve manevi kayba sebep oldu, havaalanlarını pansiyona çevirdi falan ama ismi icraatlarından da çok ses getirdi bence.. Hayır yani bu konuyla ilgili konuşmak istiyorsun, "Abi şu ...(duraklar).. şu volkan ne biçim patladı di mi ya..(nasıl söylicem lan!*a kasar) hani Izlanda'daki?!(cümle biter ama gerilim sürer)" işkence gibi resmen.. Ben Eyyaf dağı diyorum, yazarken de eyjafjahjdjkhdfjsdhgdgf diyorum anlıyorlar.. Anlamazlasa da "Yok mu İzlanda'daki" diyorum.. Nasıl yazılır nasıl okunur artık öğrendim(!) ama bu konsepti tercih ediyorum..

# "Katı Meyve Sıkacağı" ifadesi biraz sallantıda bi ifade değil mi?! Maksat kıllık olsa "Sıvı halde olan bi kaç meyve sayabilir misin?!" sorusunu sordurmaz mı?! Hani kıllık olmasa dahi sorar insan.. "Ama mesela portakal suyu normal sıkılıyor, havuç daha katı o yüzden adı öyle Synt" diyen fellower çıkmaz tabii de bu soru yönelirse "Portakalın ilk hali de katı ama illa senin dediğin gibi olacaksa 'Daha Katı Meyvelerin Sıkacağı' densin o zaman" derim.. E tabii detaya inersek bir ton böyle mantıksal olarak aslında olmaması gerekn kalıplaşmış ifade buluruz ama bizim evde hiç işe yaramayan ve ağa-paşa edasıyla yer kaplayan sıkacağa kılım, bu yazı ona ithafen yazılmıştır..

# Formspring.me çok güzel bir site.. Hele benim gibi merak eden, sorgulayan, cevap arayan ve bünyesinde bu araştırmacı, neden?!ci özellikleri taşıyanlar için.. Tabii cevaplamayı seven, kendi hakkında bilgi vermek isteyen ve tanıtma-tanınma amacı güden bünyeler için de gayet kullanışlıdır ki aslında bu iki özellik de her insanın doğasında az veya çok var gibi.. Beni değinmek istediğim şey kimsenin bana o portaldan soru sormaması.. Yani "Vay neden soranım edenim yok, hüngür şakırt lanedolası sosyal çevrem *sümkürür*" modunda değilim tabii ama tek kaş havada gevşek bi "Neden kimse sormuyor lan?!" yüz ifadesi de beliriyor inbox'ı her boş görüşümde.. Geçen bi arkadaşıma formspring mevzusu açıldığında bunun sebebi sence ne olabilir diye sordum, bana "Senin cevaların da soru gibi o yüzden bence." dedi.. "O ne demek şimdi?!" diye sordum, "Sence ne demek?!" dedi.. "Tanımlasam sana sorar mıydım?! dedim.. Gülüştük..

# Geceleri gündüzlere tercih ediyorum.. Çünkü gündüz bana doğal olarak hep yapılacak işleri, gidilmesi zorunlu olan yerleri anımsatıyor.. Öğrenci psikolojisi falan da değil.. Genelde kendimi hep hava karanlıkken mutlu ve rahat hissederim.. (Hayır, yazar burda vampirizm'e övgüde bulunmuyor) Gece kusurları örter, gece yalnızlığı da kalabalığı da iyi taşır, gece zaman daha keyifli geçer, gece her zaman daha karizmatiktir ve suit up! tarzını iyice sindirmiş bir havası vardır.. Sabahları "Kavurucam sizi aşağılıklar!" mesajı verircesine parıldayan D Vitamini kaynağı, aslında çok yararlı olan Güneş, gece yerini sessiz ve derinden, cool ve sağı solu belli olmayan Ay'a bırakır.. Sanki Güneş her daim neşesi yerinde olan Aslan erkeğidir, Ay değişkenliğini kazirmasıyla süsleyen İkizler erkeği.. (Biliyorum Güneş Aslan burcunun zaten, Ay da Yengeç burcunun aslında ama o düşünceyle bakmayın örneğe.. Burç konusuna da ayrıca değinicem bayıla bayıla, burdan kendime not) Kısacası Gece hertürlü çok daha avantajlıdır Gündüz'e göre.. Aksini iddia eden olursa seve seve +'lar ve -'ler olarak hazırlanmış bir yazı yazarım, hiç üşenmem..

# Diş ağrısı kadar berbat bi fizik acı var mıdır merak ediyorum.. İlla daha beterleri vardır dersen haklısındır ama diş ağrısı da kolaylıkla "kabir azabı tandanslı fiziksel acılar Top 10"de ilk üçte yer alır rahatlıkla.. Öyle yok rakı bas, yok kolanya gök, gripin al bi şeyin kalmaz falan da değil.. Diş ağrısı resmen yaramazlık yaptıktan sonra çıkan felaketi sinsi bi gururla izleyen çocuk edasında.. Hani küçük kardeşler vardır, odana girer de en sevdiğim dediğin bi eşyanı kullanılamaz hale getirir, anne bunu fark eder ve kardeşe kızar ama kızma işlemi bittiğinde giden anneden sonra hemen pis pis sırıtır ve "Yineyapıcamkiiwohahaha" alt yazılı bakışlar atar.. Heh işte diş ağrısı da öyle bi şey.. İlacı içersin -yani anne kızar, anlık bi rahatlama gelir.. Ama ilacın tesir süresini hatılarsın -anne odadan çıkar, fark edersin ki diş yine ağrıyacak -kardeş kötücül bi ifadeyle sırıtır.. Tıpkısının aynısı bi senaryo resmen..

# Müzik dinlemek benim için başlıbaşına bir ibadet sayılabilir.. O derece sevdiğim bi "Hobileriniz neler?!" cevabıdır.. Favori gruplarım asla değişmez ama yeni isimler için asla ketum bi tavır sergilemem.. Dinlediğim hemen hemen her grubu bir anıyla, olayla, duyguyla özdeşleştiririm.. Bunu ya çok benimsediğim için yapıyorum yada kafamda özel bir yerleri olsun, biraz "ben" hale getirmek için.. Mesela Trivium bende "Zor elde edilen bir zaferden sonra gülümseme hali" olarak kodludur.. Yaptıkları müzik çoğu zaman bende bu hissi uyandırıyor çünkü.. En depresif modda olsa dahi hep bi dik durma hali sezinliyorum şarkılarında.. Gerçi Metal'in genel tavrı, duruşu bu.. Trivium'da bunu gayet iyi başarıyor bana göre.. Diğer favorilerimi de kodluyorum işte böyle.. Ya katıksız öfke oluyor, ya bağışlama hissi oluyor, ya aşk oluyor, ya terkedişler.. Bazen çok mutlu bi anımda tanıştığım ve sevdiğim bi grup hemen tarafımda "mutluluk"la etiketleniyor, bazen gamlı bir moddayken dinlediğim full enerjik grup ise " T.T " ifadesiyle yaftalanmaktan kurtulamıyor.. Bu hep olan bir durum değil, aklımda sınıflandırrayım da tertipli olsun hali de değil.. Sadece soyut görselliğin somut sesle buluşmasının yarattığı duyguyu seviyorum ve size de tavsiye ediyorum..

7 Nisan 2010 Çarşamba

Bir Dilek Tut


Şimdi söyleyin bakalım hanginiz dilek tutmayı sever, hanginizin dilek tutmakla işi olmaz?! Sessizliğinizden anlıyorum ki hepiniz *swh* Bu oran genelde yarı yarıyadır insanlar arasında ama benim esasen merak ettiğim şey benim kadar dilek tutan kaç kişi var?! Bu merakımı pekala Facebook'ta "Çeşitli şeyleri bahane göstererek dilek tutanlar.. Kaç kişiyiz?! Aladdin'in cini için üç günde 3 Milyon olalım, hadi!" isimli bir grup açarak pekiştirebilirdim ki eminim üç günde üç milyon olamazdık.. Ve yine eminim ki Facebook kariyerim(!) boyunca asla böyle bir grup açmayacağım, o yüzden bu ismi beğenen girişimcilerden telif hakkı talep etmem.. Kullanmak istenen varsa buyursun ..lol.

Konumuza dönersek küçük yaştan beri "dilek tutma"nın büyüsü etkilemiştir beni.. Bahsi geçen hayali grup adındaki Aladdin'in öyküsünü ilk okuduğumda kendimden nasıl geçtiğimi dün gibi hatırlıyorum.. Hiç bir şeye sahip olamayan Aladdin nasıl da lambadaki cin sayesinde ülkenin sultanının kızını büyük aşkı haline getirip hayatını kökten değiştirmişti öyle?! Vay canınaydı adeta benim için.. Sonra Disney yapımı filmini izledim, o mavi cinden ilk dileyeceğim şeyin evcil bir kaplan olduğuna karar verdim..(yaa evet, prenses Jasmine'nin kaplanı Raja.. Ne sandın) Ama olayın öznesi hala dilek dilemenin dayanılmazlığıydı tabii..

Sonra aradan geçen yıllarda dilek dileme sevdamı en sevdiğim üç sayısını barındıran (diğeri için ıssız ada+üç şey) "3 dilek hakkın olsa ne dilerdin Synt?!" temalı sorulara "Sınırsız hakkım olmasını dilerdim heaheaheah" diye cevaplar vererek ama ben sorduğumda "Sınırsız hak diye bir şey yok!" diye çamurlaşarak pekiştirdim.. Bu konuyu baz alan bi korku filmi serisi olan "Wishmaster" sayesinde de pekiştirdiklerimi tükettim ama dilek dilemeye de devam ettim.. Yalnız artık ne dileyeceğimi daha iyi düşünür oldum ve isteğim şeyi cümleye düzgün dökmek de lazımmış kararını aldım ..lol Ama tabii yaşım büyüyüp mantığım hayal gücümle savaş başlattığında bu dilek tutma sevdamı yetişkin versiyonlara adapte etmeye başladım ve mavi Genie'den medet ummak yerine kayan yıldızdan, üflediğinde hepsi sönen mumdan veya tüm yaprakları uçuşan kara hindibadan medet ummaya başladım.. Eskisi gibi gönülden inanmıyordum belki ama hala sigara aldığımda paketi açar açmaz bir dilek sigarası çevirip dileğimi tutmayı da ihmal etmiyorum..

Hepimizin doğası gereği çaba sarfetmeden kavuşmak ister istediği şeylere.. Kimisi hiç çalışmadan Boğaziçi'nde okumak ister, kimisi boyu 10cm daha uzun olsun ister, kimi mavi gözlü olsun ister, kimi elini cebine her attığında 100 lira bulsun ister, kimi sevdikleri hiç gitmesin hep onlarla kalsın ister, kimi kahverengi saçlarından sıkılıp sarışın olmayı arzu ederken kimi de boğazını hiç tutmadan o minicik eteklere sığabilmeyi ister.. Dileklerimiz ne kadar imkansız, ne kadar manasız ve aslında ne kadar ulaşılabilir olsa dahi dilek dilemekten, hazıra konmayı istemekten asla vazgeçemeyiz.. Bazılarımız bunu saçma bulurken bazılarımız belki de benden de saplantılı bu konuda, bilemem.. Ama bu konuyla ilgili bildiğim şey şu ki dilek dilemekten zarar gören birini hiç görmedim.. Kimden ve ne şekilde istediğiniz önemli değil.. İsteyenin bir yüzü kara vermeyen LeBron James durumu da mevcut değil.. Küçük şeyler dileyerek belki de "karma"yı uyandırıyorsunuz, belki de "melek"ler sayesinde ilgili merciiye haber ulaştırıyorsunuz.. Fark eder mi?! Etmez.. Çünkü "Böyle olsaydı ne güzel olurdu, keşke olsa." demek de bir nevi bi hedef belirlemektir ve yerinde saymaktan çok daha iyidir..

p.s. Benim popüler dileğimi merak ederseniz; elime geçen her fırsatta muzipçe sırıtarak "İnşallah Oscar kazanırım." cümlesini kuruyorum hemen hemen.. Eğleniyorum da açıkçası.. Ama olur da bir gün gerçekten Oscar kazanırsam, ilk burdan duyuruyorum, kendime evcilleştirmek üzere bir kaplan yavrusu alıcam ve evet, adını da Raja koyucam kendi kendimin lambadan çıkan cini olurcasına (:

Allahını seven defansa gelsin!


Yukarıda gördüğümüz başlık herhalde Lionel Messi ile birebir karşı karşıya gelen ve saliseler içinde gol yeme olasılığı muazzam yüksek olan rakip takım kalecisinin aklından geçen bir kaç cümleden biridir.. (Diğerleri için bkz: "Aha..Yine gol yedim la", "Mesleği mi bıraksam?!"-optimistler için alternatif: "Adama bak ya.. Helalossunaslanıma" vs. vb.) Zira kalecinin çoğu zaman düşünmekten başka alternatifi olamıyor, mesleğini yapmak istemesi aciz bir çaba haline dönüşüyor.. Bugün bir kez daha şahit olduk ki Messi icat oldu, futbol bozuldu(!) .lol

Şimdi sevgili fellower, konumuzun bir futbolcu olmasını ilk etapta yadırgayabilirsin.. Yadırgamadıysan ne güzel, bu paragrafı okumadan bi altındakine geçebilirsin ama bence oku.. Ki zaten okuyacağını düşünerek devam ediyorum.. Dediğim gibi, normal olarak "Allaallaa şindi Messi nalaka ki yani?!" düşünebilecekleriniz çıkacaktır fakat unutulmaması gereken bir şey var ki son zamanlarda futbol camiasındaki hemen hemen her şey haklı sebeplerden ötürü Messi ile alakalandırılıyor.. Ve bende özellikle baba tarafımca küçük yaştan beri çok alakalıyım futbola klişe bir tabir olsa da fanatik bir Galatasaray'lı olarak.. İlkokul hayatım boyunca ilk 5 sene gittiğim her okulda takıma seçilirdim ve gittiğim hiç bir okulda kız futbol takımı yoktu.. Annemin beden hocalarına yalvar yakar halini hala unutamam.. *swh* Jübilemi(!) 5. sınıfın sonunda takım kaptanı olarak yaptıktan sonra artık hormonsal sebeplerden dolayı mı bilmiyorum, zil çalar çalmaz top koşturmak için bahçeye çıkmak yerine kız arkadaşlarımla takılmaya başladım.. İyi ki de öyle yapmışım çünkü şaka altmetinli de olsa profesyonel bir futbol kariyeri istemezdim çünkü bu sporun erkeklere yakıştığını düşünenlerdenim.. Ancak artık top koşturmadığımın top koşturanları izleyemeyeceğim anlamına gelmediği için artık futbol yaşantıma ekran karşısında devam ediyorum.. Ama bunu sadece Galatasaray'ın maçlarını izleyerek de yapmıyorum ki nitekim bugünkü Barcelona-Arsenal maçı bu yazının fitili oldu.. Ateşleyen de Messi'ydi..

Ülkemiz futbolla yatan futbolla kalkan bir ülke ama kimse kusura bakmasın, Turkcell Süper Lig bize ne zamandır ağız tadıyla oynanan maçlar izleme olanağı sunmuyor.. En son oynanan ve dünya çapında olan Galatasaray-Fenerbahçe derbisi bile tahminlerin üzerinde sönük geçti, oynanan futbol çok vasattı ve bunu yenilerek şampiyonluk potasından çıktığımız için söyleniyorum.. Demek istediğim; Türk futbol severlerin geneli artık keyifli maç izleme hissini yabancı liglerden almaya başladı.. Hatta önceliği Premier Lig'e, Seria A'ya, Bundesliga'ya ve tabii ki La Liga'ya veren fanatiklerimiz bile var.. Çünkü bu liglerden herhangi birinde oynanan bir maçı izlerken insanlar "futbol" izlediğini hissediyor.. Hala çok sevdiğim Ronaldinho sayesinde tanıştığım ve bu hissi belki de tek başına sağlayan bir takım var ki bünyesinde bulundurduğu her bir futbolcu şaheserken bu mükemmelliğin arasında bile öne çıkan üstün bir yetenek barındırıyor.. Messi'li Barcelona

Şampiyonlar liginde yarı finalistlerinden birini belirleyecek maçlardan biri de Barcelona-Arsenal maçıydı.. İngiltere'de oynadığı futbolla değil de 40dk.da1 denk gelen durumlarla 2-2 beraberlik skorunu elde eden Arsenal, İspanya'da Messi'den 4 tane yedi ve lige veda etmiş oldu.. Bu iki maç da öyle maçlardı ki insan izlerken katıksız bir keyif hissediyor inanın.. Yani düşünebiliyor musunuz ki bir takım karşısında Premier Lig'in ilk 5inde yer alan çok iyi bir takımı sanki antreman maçıymış gibi rahat bir şekilde bloke ediyor ama ilk gölü o takım atıyor?! Sonra kendisine sürekli "insan değilsin sen!" diye hitap edilen mucize adam çıkıp "Kendi evimizde dk18'de gol ha?!" diyerek ilki 4 dakika sonra olmak üzere birbirinden nefis toplam 4 gol atıyor ve takımının Şampiyonlar liginde en çok gol atan oyuncusu olarak bir rekora daha imza atıyor?! Ben düşünemezdim ama gözlerimle görmüş oldum.. Messi'li Barcelona öyle bir takım ki futbolla ilgili düşünemediklerinizi hatta düşlerinizi hayata geçiriyor.. Bir sezonda altı kupa alıyor, her oyuncusu kendi pozisyonunda dünyada ilk 5'e giren adamlardan oluşuyor ve oynadıkları hemen hemen her maçı bir futbol resitaline çeviriyor.. Son zamanlarda herkesin göz bebeği olmayı sonuna kadar hak eden nazarlardan korunasıca, üzerine kurşun döktürmek istediğim mucize adam Leo Messi dışında Kaptan Puyol, İbrahimoviç, İniesta, Pique, Milito, Xavi, Keita, Busquets, Abidal, Marquez, Krkic, Maxvell, Yaya Tore, Dan Alves "futbolcu" tanımının sözlüklerde karşılığı olurcasına mesleklerini icra ediyor.. Gel de hayran olma demez mi insan?! Deli gibi der..

Gelelim mucize adama yada babamın değişiyle "uzaylı"ya.. Yazının başında şaka ile karışık Messi ile karşılaşan karşı takım kalecisinin düşüncelerine alt yazı geçmiştim hani.. Barcelona-Arsenal maçında anladım ki bu durumun espiriyle bir alakası yok.. Gerçekten de Almunia'nın yüz ifadesi her golden sonra bu sözü doğrular bir hal aldı.. Maç spikeri "Messi 4 - Arsenal 1 tshehehe" diyerek espiri yaptı ama ona kim "Hadi len!" diyebilirdi ki?! Barcelona gibi yıldızlar karması diye nitelendirilebilecek bir takımda bile bu denli açık ara öne çıkabilen bir adama yaptığımız övgüler yeterli midir?! Bir kaç sene önce Adidas'ın "Imposible is Nothing" temalı reklamlarından da öğrendiğimiz gibi Lionel Messi gerçekten de imkansızlıktan gelerek imkansız olanı başardı, başarıyor ve başarmaya devam edecek.. Ve yarattığı bunca harikaya rağmen hala "efendi"liğini sürdürüyor, yeteneğine ters orantıda bir alçakgönüllülük örneği sergiliyor, Christiano Ronaldo gibi yetenekli ama güzel ve çapkın çocuk modunda, kulağında pırlanta küpe, kolunda her ay başka bir süper model'le gezmiyor.. Sempatikliğiyle gönülleri kazanıyor ki 3dk'da iki gol attığı takımın oyuncuları tarafından bile maç sonunda saçları karıştırılarak soyunma odasına gönderiliyor, en önemlisi de işini en iyi şekilde yapıyor ve mesleğine duyduğu aşkla çalışıyor, çalışıyor, çalışıyor.. Şimdi kim söyelebilir bu adam tüm dünya tarafından konuşulmayı hak etmiyor?! Bildin, kimse söyleyemez çünkü Messi bunu söyletmez..

İşte kimsinin "Messi futbolcuysa diğerleri ne?!" dediği, kimisinin ayakta alkışlamaktan yorulmadığı ama herkesin sevdiği, PES'te bile kazandıran küçük dev adam Lionel Messi ve takımı Barcelona hakkında ben bunları düşünüyorum.. Bu kadar yazmaya değer miydi?! sorusunu soracak olan bünyelere de internetin olanaklarını kullanarak Barcelona-Arsenal maçını ve Messi'yi izleyeme davet ediyorum.. Zira Esra-Ceyda kardeşlerin bile kayıtsız kalamayacağı, uzun zamandır yeşil sahalarda göremediğimiz bir maçtı bu.. Messi 4 gol attığı için değil, Messi'li Barcelona Arsenal gibi bir takımı futbolun tüm estetik yanlarını kullanarak nakavt ettiği için..

Darısı Real Madrid'le oynanacak şampiyonluk maçına diyorum ve sizlere "Rumba de Barcelona" şarkısı eşliğinde veda ediyorum.. Hatta bir de link veriyorum eğlenirken okuduklarımızı da pekiştirelim diye ..lol.! İyi seyriler ((: http://www.youtube.com/watch?v=bBqeQ0UxXCE

25 Mart 2010 Perşembe

Dersiz, Topsuz ve Belirsiz


Bazen "Nasılsın?!" sorusuna net bir yanıt bulamaz halde olurum ben.. Şu sıralar da işte tam bu haldeyim.. Sanırım sizin de böyle hissettiğiniz anlar oluyordur.. "İyi de nasıl?!" sorusunu ekrana bakarken içinden çemkiren sevgili okuyucu, haklısın.. Zira bu durumu açıklamakta fayda var..

Sanırım günde ortalama 10 küsür kere "nasılsın?" sorusunu işitiyoruz karşımızdakilerden.. Ve genelde klasik olarak "iyidir ya nolsun, senden?" türevi bi cevapla karşılık veriyoruz.. İçten bi şekilde sorulduğunda veya biz soranı yakın gördüğümüzde ise klişe tabirlerden sıyrılıp cidden nasıl olduğumuzu söylüyoruz.. O gün kendimizi pek iyi hissetmediğimizden bahsediyoruz, bir süredir beklediğimiz iyi haberin nihayet geldiğini müjdeliyoruz, kısacası ruh halimizin %70ini oluşturan hisleri ortaya döküyoruz.. Gayet olası şeyler bunlar.. Ama bir de insanın ruh hali yüzdelik dilimlere %10-%10 dağılmış oluyor ki işte o modda bulunan insan "Nasılsın?!" sorusuna "Hangisini söylesem?!" diye düşünerek cevap veriyor.. Benim mevcut modum gibi..

Şu sıralar beni mutlu eden, çok üzen, artık sabrımı taşıran, heyecanlandıran, şaşırtan, suçlu hissetmemi sağlıyan, kızdıran, endişe ettiren, umutsuzluğa sürükleyen, heveslendiren ve korkutan olayları eş zamanlı yaşamaktayım.. (Surat ifaden O.o halini aldıysa bir de beni düşün fellow'er) Evet gerçekten şu sıralar tüm bu duyguları bir arada hemen hemen aynı dozda yaşıyorum.. Birbirine taban tabana zıt hislerin varolduğu gerçeğiyle yüzleşmeyi bırak, birbiriyle çelişenlerin varlığının kafa karıştırıcılığını da yaşıyorum.. "Ama nasıl oluyor da oluyor bu?! Bırak şimdi abartıyorsun!" deme olasılığı olanlara da cevaben "Ben de bilmiyorum neden bu hisler böyle yardırışta, o yüzden yazıyorum ya.." diyorum..

Yani tamam, hepimiz gün içinde birden fazla duygu halinde falan oluyoruz, sanal bebek(!) değiliz neticede, sadece "mutlu" veya "mutsuz" olalım.. Ama bu kadarının da fazla olduğunu düşünüyorum.. He ilk defa mı böyle karmaşık haldeyim?! Hayır.. Ama ilk defa bu karmaşada kendimi bu denli yalnız hissediyorum.. Yanında fazla insan olmasını tercih etmeyen, az ve özcü bi kişiliğim olsa da somut değil, soyut yalnızlıklar bu tip karmaşalarda can sıkıcı oluyor işte.. Sormadan derdimi anlatma gibi anormal bir özelliğim olmadığına göre de bu kafa dağınıklığı argo bir biçimde tabirlemek gerekirse içimde patlıyor.. Bu durum elbette ki geçici fakat süreç sıkıntılı oluyor.. Sorun o..

Kıcacası ben şu an "Nasılsın?!" sorusuna en fazla "Dağınığım" diye cevap verebilirim.. Buna karşılık "Nası ya?!" diyen olursa da internet ortamındaysa ya ona bu yazının linkini atarım ya da o kişiye sabirla_dinleyen@hotmail.com temalı bi adres açıp uzun bi mail yazarım.. Ama bana bu soruyu yüzyüze sorma hatasında bulunanları affetmem, gidilen cafede hesabı ona ödetirim.. Çünkü bu dağınıklığı toplayıp anlaşılabilir bi hale getirmem için en az 3-4 saate ihtiyacım olabilir ve kahve içmeyi çok severim *kk*